Yazım işi bir sanattır. Yazmak; okuyup yazdıkça ustalığa, bu sanatın inceliklerine, derinliklerine götüren uçsuz, bucaksız gökyüzüne doğru bir yolculuğa benzer.
Yazmak; kimine göre bir iş, bir meslek, kimine göre bir tutkudur. Kimine göre de, alaca karanlıkta tutunacak bir umut ışığıdır.
Gabriel Garcia Marquez; bir anlatma, bir yaşama biçimi olarak görüyor bu tutkuyu. “ İnsanların yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır “ diyor, Anlatmak İçin Yaşamak adlı anı romanında.
Sait Faik; alışkanlığa, neredeyse bir mahkûmiyete dönüşen bu tutkuyu, “ Haritada Bir Nokta “ adlı öyküsünde daha bir yalınlıkla dile getiriyor. “ Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt, kalem aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Jean-Paul Sartre ise; edebi açıdan öykü, roman, makale gibi düz yazı sanatında “ İm”lerin egemen olduğu, şiirin ise ayrılarak resmin, yontunun, müziğin yanında yer aldığı ayrımına inanır. İnsanın kendisi için yazması diye bir şey olmadığını ileri sürerek, yazma tutkusunun toplumsal yönüne dikkat çeker.
Şiirin temsilcilerine göre ise yazmak; kimi zaman bir yakarış, kimi zaman aşkın, kimi zaman da umudun, hasretin ve direnişin yazıya dökülmesidir.
Düz yazı sanatında çoğu öyküler, romanlar; ya diğer insanların tanık olduğumuz yaşamlarından doğar, ya da başkasının anlattığı, yazıp bir köşede bıraktığı, henüz hayat bulmamış yazılardan. Bazen etrafı, yaşanılanları gözleyip yazacak bir konu bulup çıkarırız, bazen de yazmaya değer konular kendiliğinden önümüze gelir.
Anı roman veya öyküler de vardır. Ancak, çoğu yazar kendini anlatmayı, basit, sıradan, biraz da kişisel bulur.
Hem kendi yaşam öykünü kaç kez yazabilirsin ki?
Edebiyatın en önemli ürünleri olan öyküler ve romanlar; konularının çok çeşitli, yazarın hayal dünyasına göre neredeyse sınırsız olmasının yanı sıra, uzunluklarına göre de çok farklı özellikler gösterirler. Doğa, toplum ve insanın iç dünyasının derinliklerine inen konularda yazılan öyküler, birkaç sayfadan oluşabileceği gibi, onlarca sayfaya kadar da uzanabilir. Romanlar ise daha uzun, daha kapsamlı olup, içinde birbiriyle bir şekilde bağlantılı birçok öyküyü barındıran bir zenginliğe sahiptir.
Öykü, roman ayrımı, konuların yazarına ulaşma şekli, uzunluk, kısalık, ortaya çıktığı ortam ve koşullar eserlere henüz içi doldurulmamış bir kimlik kazandırır, önemlidir.
Edebi eserlerde tüm bunlar, bir bakıma yazının tasarımı olarak görülebilir.
Her öykü ve roman yazarı; yayınlanmış birçok eseri bu açıdan inceleyip, görüp, algıladıklarının bir bileşkesi olarak kendine göre bir yazım tarzı edinir. Bu ise; sözcükler, cümleler, diyaloglar, noktalama işaretlerinden oluşan bir ustalığa karşılık gelir.
Yazım tasarımı ve tarzı gözetmeden, çalakalem, salt duygusal dürtülerle yazılanlar kısa sürede söner, yok olup gider.
Ne akıcı, zevkle okunan bir dil, ne konu, ne de noktalama işareti kaygısı gütmeden her gün “ piyasaya “ sürülen onlarca, yüzlerce, estetikten yoksun “ edebi ürün “ görüyoruz. Ne yazık ki; gökteki yıldızlar gibi yanıp kaybolan yazın eserlerinin istilası altındayız. Yaşadığımız toplumsal çıkar ilişkileri, bu alanda dolananları kaçınılmaz olarak kirli, kör bir labirente doğru itmektedir. “ Fırsat ele geçmişken, hazır popüler olmuşken, ben de bir şeyler yazıvereyim “ düşüncesi salgın bir hastalığa dönüşmüş durumdadır.
Yazma sanatının yüzü insana ve topluma dönüktür. Yazılanlar insan ve toplumla hayat bulur.
Entelektüelliğin yerine bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, sıradanlığın, çıkarcılığın egemen olduğu günümüzde okuyucu kitlesi ise apayrı bir inceleme konusu. Sosyal medya paylaşımları, popüler olanın peşinde gitme, özet, kısa alıntılarla yetinme, zahmetsizce okuma yolları revaçta.
Böylesine ucuz bir yayın borsası, yazım dünyasını hareketlendirip bu alana ilgiyi artırır gibi görünse de, ortaya kalıcı eserler bırakıp geleceğe aktarmayı zorlaştırmakta, “ işin kolayına kaçma “ düşüncesini beslemektedir. Daha da önemlisi; bu işin basit, sıradan bir faaliyet olduğu anlayışı yaygınlaşarak, okuma, yazma işi önemsiz hale getirilmektedir. Bunun yerini, internet bilgileri, sosyal medya özetleri, dergiler, hazır şablonlar, pratik bilgi kırıntıları, yüzeysel algılama alışkanlıkları almaktadır. Hayatın, derin ve çok boyutlu gerçek yüzü görülememektedir. İşin doğrusu; yüzeysel bilgiler yerine derinlere dalıp yaşamın gizli sırlarını yakalayabilmektir.
Yazım dünyasına adım atanlar için, çok okuyup az yazmak başlangıç için idealdir. Yüzyıllardan, tarihin derinliklerinden bu yana süzülüp gelen, hâlâ canlılığını koruyan eserlerin hiç değilse önemlice bir kısmını okuyup incelemeden bu alanda yol alma, kalıcı olma şansı ne yazık ki yok.
14 Aralık 2019