YENİ HAYAT

YENİ HAYAT
Bilgisayarı, internette gezinmek ve bir şeyler yazmak için yıllardır kullansam da, Korona kâbusu sayesinde mobil bankacılığı ve mobil hayatı yenice keşfettim.
İnternet bankacılığına kaç kez niyetlendiysem her defasında gereksiz bulup vazgeçtim. Var olan alışkanlıklara yenilerinin eklenmesi biraz zahmetli bir iş gibi geldi. İnsanlarla her daim içli dışlı olup bir arada bulunmak yerine, ( zaman zaman kabuğuma çekilip toplumsal ve bireysel iç hesaplaşmalara yönelsem de ) daha sade, birebir, yüz yüze, hiç değilse telefon açarak iletişim hep tercihim oldu.
Korona ile yatıp kalktığımız günlerde, davetsiz bir misafir gibi kapımızı çalan yeni hayat aslında çoktan, daha 21. Yüzyıla girmeden gelip içimize yerleşmişti. Bunun çoğumuz şu birkaç ayda farkına vardık. Belki de bazılarımız “ kaderin bir cilvesi “ diyerek her şeyi olağan görüp, içinde yol almakta olduğumuz yeni hayatın bizleri nerelere doğru sürüklemekte olduğunu tam olarak kavrayamadı.
Yaşadığımız şaşkınlık, ürkeklik, hayal kırıklığı, mutsuzluk bundan olsa gerek.
Bunalımlı küresel sistemin elinde gelişen’ teknoloji ve sanal hayat ‘ birçok kolaylıklar sağlasa da, sosyal hayatın içindeki canlılığı, sıcaklığı, üretkenliği yerle bir edip her birimizi başka gezegenlerden gelmişçesine ruhsuz, duygusuz robotlara dönüştürüyor.
Dijital dünya, yaşamımızı olağanüstü hızlandırıyor. Gitmek, görmek, haberleşmek, çalışmak, alışveriş yapmak, para kazanıp servet biriktirmek, öğrenmek ve paylaşmak artık klavyenin tuşları ile saniyeler içinde gerçekleşiyor.
Alışverişlerimizi, ödemelerimizi, haberleşmelerimizi, sevgilerimizi, duygularımızı sanal dünyaya bırakıp kabuklarımıza çekildikçe, hayata ve insanlara dokunmanın hazzından uzak, yalnız yaşıyoruz. Şu anki nesil henüz bu ikili karmaşık çıkmazları birlikte yaşasa da yeni nesiller sanal dünyaya daha fazla dalıp, gerçek hayattan ve birbirlerinden daha hızlı kopacak.
Ülkelere ve toplumlara dair ideolojik mücadeleler, okuyup, araştırıp tartışmalar, gün başlangıcında merakla beklenen kâğıt baskılı gazeteler, dergiler, sıkça yapılan aile ve arkadaş toplantıları, sinemalar, tiyatrolar, sanatsal arayışlar, yoksulluk ve yoksunluk içinde yapılan ekmek ve gelecek kavgaları, zor şartlarda elde edilen küçük şeylerin verdiği büyük mutluluklar, tatiller, düğünler, bayramlar, masum, utangaç aşklar, bugün için çoğu alaturka gelse de güzeldi.
Yeni, moda olana balıklama atlayıp, eskilerden sıkılıp bir bir geride kalanları hayatımızdan dışlasak da, kaybedilenlerin eksikliğini ve burukluğunu şimdi içimizde hissediyoruz.
Küresel sistemin yarattığı, üretmeden, kolayca daha fazla servet biriktirme aç gözlülüğü, ülkeler, sosyal guruplar ve bireyler arası eşitsizliği her geçen gün daha fazla artırdıkça, toplumsal kavgalar, çatışmalar bitmediği gibi doğa da gittikçe tükeniyor. Geriye kolay elde edilip çabuk tüketilenin mirası olarak doyumsuzluk, mutsuzluk, hoşgörüsüzlük, sevgisizlik, nesli tükenen diğer canlılar ve çölleşen bir dünya kalıyor.
Elbette ki teknolojiye ve dijital bir yaşama körü körüne karşı çıkmak da doğru değil. Ancak sorgulamadan da geçemeyiz: Bilim, teknoloji, dijital alandaki gelişmeler insanların daha iyi; daha mutlu, daha güvenlikli, daha sağlıklı yaşaması için mi, yoksa geniş kitlelerin sefaleti, doğanın katledilmesi pahasına küçük bir azınlığın daha fazla para kazanıp daha çok servet biriktirmesinin, dünyaya daha çok hükmetmesinin bir aracı olarak mı kullanılıyor?
Kim bilir; belki de bu çılgın gidişin, hızlı değişimin yıkıcılığı, Korona kâbusu ile de olsa insanoğluna yaşadığı dünya, birbirleriyle olan ilişkileri ve kendisi ile yüzleşme fırsatı da verir.
Umutlar tükenmez.
15 Mayıs 2020

MASKELİ BALO

İnsan, değişik yüzleriyle maskeli bir baloda dolaşır gibi geçirir ömrünün çoğunu.
Masum, temiz çocukluk yıllarını geride bırakarak çıkılan yolculuklarda kalabalıklara karışıp kaybolurken, eski günlerin, eski yüzlerin soluk izleri de gerilerde, ıssız, kuytu köşelerde, sis bulutlarının ardında yapayalnız kalır. Artık mazi; dar günlerde kaçıp gitmek isteyip de bir türlü adım atamadığımız, ruhumuzu huzura kavuşturmaya çalıştığımız bir sığınaktır yalnızca. Her şeyi bir yana bırakıp geçmişe dönmek istesek de nafile. Çıktığımız, dönüşü olmayan bir yolculuktur.
Her gün karşısına geçip baktığımız aynalardaki simalarda, zamanın kaçınılmaz izlerini keşfetmeye çalışsak da, sonu görünmeyen yolculuğun bizi nereden nereye sürüklediğini, kim olduğumuzu, ne hale geldiğimizi bir türlü anlayamayız. Biz, biz olmaktan çıkıp başka gezegenlerden gelen yaratıklara döndüğümüzü göremeyiz.
İçinde yaşadığımız hayatın sığ, sahte yüzünü gösteren aynalar da buna benzer. Uzaklardan bakıp, gerçeğin yerine sınırları başkaları tarafından çizilmiş bir hayatı görürüz. Sorgulamadan, yargılamadan bir çırpıda kabul eder geçeriz. Çıktığımız yolculuğun her durağında, tam alışacakken “ yenisi “ diye önümüze konulan benzer yol haritasının bizi hangi tuzaklara doğru götürdüğünün bile farkına varamayız. Bize sorulmadan hazırlanmış projeleri, kuralları, ideolojileri, şablonları, reçeteleri bir kenara bırakarak, nedenlerin, sonuçların, gerekçelerin peşine düşüp daha iyi bir dünya, daha aydınlık bir yol arayışı aklımıza bile gelmez çoğumuzun. Bizim dışımızda, önceden belirlenmiş kurallar, gelenekler, değer yargıları, saplantılar, alışkanlıklar, ihtiraslar, egolar, doyumsuzluklar, bitirilemeyen işler, popüler olanı anında yakalama şehveti, gerçek yaşamı görmemizin önünde aşılmaz bir duvar, bir sis perdesi gibi durur. Efendisi olmak yerine bizim olmayan sahte bir hayatın kullarına dönüşürüz. Belki de başkalarının seçerek önümüze koyduğu, birbirimizle yarıştığımız, birbirimizle savaştığımız yalancı bir hayatın günahkârlarına.
Kulluktan çıkıp özgür birey olma, diğerlerine benzemeyip özgün olma, özgün bireyler olup yan yana gelerek daha çok özgürlüğe, refaha kavuşma gibi düşünceler, aşılmaz tepelerin ardında bekleyen hayaller olmaktan öteye gidemez çoğumuzda. Sistem, resmi ideoloji, başkalarının taktığı maskeli yüzlerden kurtulup kendisi olmaya çalışan, kendisini arayan insana düşmandır. Çünkü sistem, bireyin özgün kişiliğini yok edip herkesi birbirine benzer hale getirmek üzerine kuruludur. Sistemin uzantısı haline gelmiş muhalefet yelpazesi içinde savrulanların da durumu, insana bakışı diğerlerinden çok farklı değildir aslında.
İç dünyalarımızın kuytuluklarını, yaşamın derinliklerini yansıtan aynalarda gördüklerimiz ise bambaşkadır. Issız bir kalenin zindanlarına, hiç açılmayan süslü bir hazine sandığına kilitlenen nice gerçeklerle yüz yüze getirir her birimizi. Zindanların kapılarını, hazine sandığının kilitlerini açtığımızda, kendimiz bile şaşırırız gördüklerimize. Oysa gerçek yüzümüz, gerçek kişiliğimiz, yaşamın derin sırları oralarda gizlidir.
Denizin derinliklerinde bir kabuğun içine gizlenmiş bir inci gibi duran gerçekler, bir hazine gibi göz alıcı duruşuna rağmen acıtır, canımızı yakar, zehirli dikenler gibi bir yerlerimize batar her birimizin. Bazen de işkence tezgâhlarına yatırıp kolumuzu, kanadımızı kırar, kızgın bir demirci çubuğunun bedenimize batması gibi dağlar her yanımızı.
İç dünyalarımızın, yaşamın gizli sırlarına ermek; karanlık bir kuyudan çıkıp karşımıza dikilecek dev yaratıklar gibi ürpertir korkutur bizi. Birbirine benzeyen maskeli halimizle kendimizi özgür, güvende hissederiz. Gerçekte ise, özgürlük ve güvence kendimiz olmaktan, kendimizi aramaktan geçer.
Maskeli, sahte yüzlerle doludur her yanımız.
Demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük maskesi taşıyanlar.
Devrimcilik, toplumculuk, milliyetçilik, vatanseverlik maskesi taşıyanlar.
Çağdaşlık, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik maskesi taşıyanlar.
Aydınlık, entelektüellik maskesi taşıyanlar.
Çevrecilik maskesi taşıyanlar.
Dindarlık, muhafazakârlık maskesi taşıyanlar.
Daha niceleri.
Hangi bir sahte yüz insan olmanın yerini tutabilir ki?
Maskeli yüzler, kopya insanlar yaratmak için seferber olmuş bir gelenekçi sistem içinde özgün birey olma savaşı zordur. Sık sık yoruluruz bu kavgalardan. Hastalanıp yataklara düşeriz bazen. Günlük yaşam kavgasından, cephede düşmana karşı girişilen kavgalardan daha öldürücüdür bu kavgalar, ama bir kere savaşa girilirse bu savaş bir ömür boyu sürer.
Maskeli, sahte yüzlerini gördüklerimiz yaşamın derinliklerindeki, içimizdeki hazinelerin ışıldayan yüzüne düşmanca, kin ve öfkeyle bakar. Bir an o derece açıklığı, sadeliği kıskanıp ona gıpta ederken, başka bir an nefretle doldurur tüm benliğini. Onlara yakın durmayı denedikçe öldürme, yok etme duyguları ağır basar. Aykırı, farklı olanı, kendisine benzemeyeni bir yerlere sığdıramaz.
Aykırı, değişik düşünceler, farklı kişiliklerdir hayatı yeşerten, ona can veren. Onlara kulak vermek varken daha filizlenmeden kırıp öldürmek niye?
Gıpta, nefret ve korku ayrılmaz üçlü gibi zaman zaman yer değiştirse de birbirinden hiç kopmaz.
Çoğumuz kanıksarız bu hastalık hallerini, bu histeri nöbetlerini. Onunla yaşamak bir yazgıya dönüşür zamanla. Kimimiz de yaraya neşteri vurup kurtulmak isteriz tüm çelişkili ruh hallerinden. Bazen de yaşamın kendisi dayatır bunu. Hepimizi derinden şöyle bir sarsar.
Tüm dünyayı alt üst eden bir virüs salgını; işlediğimiz tüm günahların kendiliğinden ya da “ Deccal “ ortaya çıktığında bir çırpıda yok olacağını düşünen, gezegenin tüm yaşamını hoyratça tahrip eden insanoğluna bir uyarıdır belki de.
Belki de kapımıza dayanan, kendimizle ve tüm bir hayatla o büyük yüzleşme anıdır. Arınıp sadeleşmedikçe, maskeleri çıkarıp atmadıkça yeniden normale dönmenin başka bir yolu da yoktur.
Yüzleşme; yazgının tutsaklığından kurtulup dikilir yolumuza. Kendimiz olmak isteriz, kendimizin yarattığı bir dünyada yaşamak isteriz. Gıpta, nefret, korku dağılıp bir sevgi yumağına dönüşür. Sevgiliye sarılır gibi, masum bir çocuğun kocaman gözlerindeki ışığı usulca uzanıp yakalar gibi uzanır kollarımız.
Yüzyıllar öncesinden Mevlana’nın seslenişi gelir kulaklarımıza:
“ Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
İnsan; kendi iç dünyasıyla, yaşamın derin sırlarıyla yüzleşmeden, maskeli bir baloda dolaşır gibi sahte bir ömrü tüketebilir mi?
21 Nisan 2020

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

İnsanlık tarihinin bir yüzü savaşların, katliamların, ayaklanmaların, hastalıkların neden olduğu vahşet ve ölümlerin acı gerçekleri, öteki yüzü ise aç gözlülüklerin, iki yüzlülüklerin, hırsların ve ihanetlerin yalanlarıyla doludur.
Tarihte verilen bütün kavgaların nedeni çürümüş saltanatları, tahtları olduğu gibi korumak, sürdürmek olsa da, kaçınılmaz sonuç ve yaşamın değişmeyen gerçeği, sürekli değişimdir.
Her şey bir film şeridi gibi nasıl da hızla gelip geçiyor kısacık hayatımızdan.
Yıllar, mevsimler, olaylar, insanlar, canlılar, cansızlar…
Çoğumuzun geçen yüzyılda başlayan çocukluk, delikanlılık dönemlerinin o masum, temiz, günahsız günleri şimdi çok gerilerde kaldı.
Dünyaya henüz gözlerimizi açtığımız mekânlardaki küçücük mahalleler, köyler, kalabalık, iç içe aileler hafızalarımızda silik birer anı sadece.
Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz aşklar, arkadaşlıklar, ideolojilerle kucaklaştığımız delikanlılık günleri de öyle.
Toplumsal yaşamımızın büyük çalkantıları, olaylar, değişimler; iç dünyalarımızın kalelerini, tozpembe hayallerimizi bir bir alıp götürdü. Geriye yıkıntılar, acılar, umutsuzluklar, hayal kırıklıkları kaldı.
Her birimiz bir yerlere savrulduk.
İçine yuvarlanıp şaşkına döndüğümüz her olayın ardından “ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ diye diye dünyanın çehresini, etrafımızı sarıp sarmalayan hayatı yeniden kurguladılar.
Tekrarlanıp duran aynı söylevler; hem yalın gerçeklerin ortaya dökülmesini anlatan, hem de her türlü ikiyüzlülüğün, yalanların, günahların üzerini örten sihirli sözcüklerdi yalnızca.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “, her şey değişecek…
Çok şey değişti de.
Biz değiştik mi?
Ne yöne doğru?
Biz değiştirebildik mi bir şeyleri, özlemini duyduğumuz daha iyi bir dünyaya doğru?
Çabalarımız, kavgalarımız boğulup gitti mi kuytuluklarda?
Yoksa sadece seyrettik mi geçip gidenleri, sisli camın ardından, boş gözlerle?
Ülkeleri kökten sarsan ölümcül salgın hastalıklar, büyük savaşlar, ayaklanmalar, devrimler, darbeler sonrası dünya yeniden ve yeniden değişti, yeni düzenler kuruldu.
Hayretle, korkuyla, şaşkınlıkla izledik.
Devrimler, diktatörlükler yıkıldı bir bir. Yeni yalanlarla günahlar saçıldı her yana.
Her şey çok değişti.
Yazının icadıyla ( M.Ö. 3200’ler ), insanlık ilkel çağlardan çıkıp maceralarla dolu yeni bir dünyaya doğru yol aldı.
Koskoca Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı ( M.S. 476 ), dünya yeniden şekillendi.
İstanbul’un fethi ( 1453 ), dünyayı değiştiren yeni bir çağ başlattı.
Fransız İhtilâli ( 1789 ) Avrupa ile birlikte tüm dünyayı değiştiren yeni bir dönemin kapılarını açtı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ( 1914-1918 ve 1939-1945 ), yıkılan imparatorlukların, geride kalan yüz binlerce ölümlerin, açlık ve sefaletin üzerine yeni sınırlar çizip yeni ülkeler kurdu.
1917 Sovyet Devrimi, birçok ülkeyi sosyalizme götüren devrimlere, iç savaşlara ve yeni siyasal rejimlerin kurulmasına yol açtı.
İşgal edilen topraklardaki Anadolu İhtilâli ile yıkılan 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, 1923’te yeni bir düzen, Cumhuriyet kuruldu.
Geride kalan yüzyılda ayaklanmalar, darbeler, katliamlar, siyasi cinayetler, hapisler, idamlar hiç eksilmedi Anadolu topraklarından.
1989-1990’larda yıkılan sosyalist rejimlerden sonra, dünya yeniden değişimlere, çalkantılara ve kaoslara doğru sürüklendi.
21. yüzyıla girerken, nereden geldiği tam olarak aydınlatılamayan saldırılarla “ İkiz Kuleler “ yıkıldı Amerika’da. 3000 masum insan can verdi çelik gökdelenlerde. Televizyonların karşısına geçip bir film izler gibi izledik yalnızca.
Ardından işgaller geldi. Afganistan, Irak, …
“ Arap Baharı “ yalanıyla Orta Doğu kan gölüne çevrildi.
Dünya çok değişti.
“ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ dediler, her seferinde.
Çok yakın geçmişimizde, içimizde “ Ergenekon, Balyoz “ operasyonlarıyla her şey alt üst oldu.
15 Temmuz’u yaşadık hayretle, ürpertiyle.
Çok şey değişti ardı sıra.
Bugün, dünyayı sarsan bir bilinmez virüsle kapandık evlerimize.
Her şey ilkti, her şey yeniydi güya.
Her şey iç içe geçmiş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla yeni bir dünyayı haber verir gibi yeniden.
O meşhur söylem dillerde dolaşıyor yine.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “
Her şey, üstü örtülmüş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla dolu.
Her şey gerçek.
Her şey yalan, dolan…
15 Nisan 2020

HAYAT GÜZELDİR ( La Vita ‘e Bella )

Tarihsel olayların, toplumsal gerçeklerin siyasal yüzünü bazen komedi bazen de trajedi olarak anlatan sıradan hikâyeler, masallar vardır.
Bir taraftan çürüyen, yok olan, asırlar süren bir dönemin yıkılışı, öte yandan yeni doğan toplumsal ilişkileri yalın, çıplak bir şekilde anlatan öyküler. Ya da çok hızlı değişen gelenekçi toplumsal yapıları hem güldürecek hem de acı acı düşündürecek tarzda sergileyen edebiyat, sinema ve tiyatro eserleri….
Siyasetin karmaşık, yıkıcı rüzgârlarının edebiyat ve sanat alanlarına değişik biçimlerde yansıması, onu basitleştirip bir nebze yumuşatarak daha insancıl, daha barışçıl bir şekle dönüştürmüştür.
Rus yazar Saltıkov Sçedrin’in, Çarlık Rusya’sında gericiliğin ve despotizmin zirveye tırmandığı dönemde uygulanan sansürü aşmak için yazdığı “ Büyüklere Masallar “ı; kendine özgü anlatımıyla tam bir toplumsal eleştiri niteliğindedir.
Büyüklere Masallar’ı Rusçadan çeviren Mazlum Beyhan şöyle diyor : “ Saltıkov Sçedrin’in masal yazmaya başlamasının nedeni, yalnızca bir edebiyat türü olarak masalı da denemek istemesi değildir. Rusya’da gericiliğin alabildiğine azgınlaştığı o dönemin koşullarında masal, ilerici sanatsal aktivitenin bir aracı olmakta ve Çar sansürünün uygulanmasını zorlaştırmaktaydı. Bunun yanı sıra, masalların hayvanlar dünyasına, söylencelere, halk öykülerine yaslanması, yazara geniş kitlelere ulaşma olanağı sağlamaktaydı.”
Bir başka yönden bakıldığında, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, yıkılmakta, altüst olmakta olan bir toplumun trajedisidir de bu.
Bir dönem sosyalist dünyanın aforoz ettiği İngiliz yazar George Orwel’in Stalin dönemini eleştiren “ Hayvan Çiftliği “; bir başka tarihsel dönemin eleştirisi ve toplumsal trajedisidir. George Orwel’in; zamanında büyük tepkiler alsa da değişen tarihle birlikte eleştirilerinin haklılığı, doğruluğu kanıtlanmıştır. İnsanlığa büyük umut ve hayaller vaat ederek filizlenen sosyalizm; ideolojik olarak olmasa da fiilen, onun özüne aykırı olarak yozlaşan, bireysel tutku ve hırsların elinde zayıflayıp yıkılma gibi bir trajik sondan kurtulamamıştır.
Sçedrin ve Orwel; ne güzel de anlatmışlar, yaşadıkları dönemin toplumsal ilişki ve çelişkilerini, hayvanlar âlemi üzerinden…
Bir başka toplumsal öykü ise, İtalyan yönetmen Roberto Benigni’nin 1997 yılı yapımı bir film. “ Hayat Güzeldir “ ( La Vita ‘e Bella ).
Sisli bir ortamda, “ Bu basit bir hikâye. Ama anlatılması pek de kolay değil.” diye başlar film.
1939 yılında Guido ( Roberto Benigni ), İtalya’daki amcasının yanına çalışmak için gider. Kendisi bir İtalyan Yahudi’sidir. Bir kitapçı dükkânı açmak ister. Dora ( Nicoletta Braschi ) adında Yahudi olmayan aristokrat bir ailenin öğretmenlik yapan kızına âşık olur. Başkasıyla nişanlanacak olan Dora’yı nişan gecesi kaçırır. Evlenirler ve Joshua ( Giorgia Cantarini ) adında bir oğulları olur. Mutlu bir şekilde yaşarlarken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanların İtalya’yı işgaliyle, Guido oğluyla birlikte bir toplama kampına gönderilir.
Kampta, savaşın ve Almanların acımasızlığından oğlunu kurtarmak isteyen Guido, her şeyin kendisinin planladığı bir oyun olduğunu, eğer oyunu kazanırlarsa gerçek bir tanka sahip olacaklarını anlatır.
Almanların, işgal sonrası kampı terk etmeleriyle birlikte, Jashua babasının kurguladığı oyun sayesinde saklandığı kutudan çıkar ve hayatta kalmayı başarır.
Değişik tarih kesitlerinden iki kitap ve bir film özeti. Komedi ve trajedinin iç içe geçtiği üç öykü.
Amaç, sadece birkaç kitap ve film özeti yapmak değil.
Bugünün toplumsal gerçeğinde, ülkemizde yaşanan çalkantıların komedi mi trajedi mi olduğunu anlamak oldukça güç.Yok etme savaşına dönüşmüş olan bir komedi oynanıyor.İktidar için oynanan bu savaşın kazananı kim olacak ? Bilinmiyor. Toplum ise kolayca, sadece duygularıyla oyuncuların etrafında saflaşmış bu komediyi izliyor. Oynanan komedinin her geçen gün bir trajediye dönüşme olasılığı artıyor.
Siyasetin, hepimizin ibretle izlediği en son sahnelerinden başlayarak bir sonuca gidersek, tepeden tırnağa bir toplumsal yozlaşma, çürüme içinde olduğumuz kesin. Daha iyi bir dünya umudu ise tüm yaşananlara rağmen devam ediyor.
Hayat Güzeldir…
La Vita ‘e Bella…
9 Nisan 2019

KÜRESEL DÜNYANIN YENİ DÜZENİ

Küresel ( emperyalist ) toplum ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada, haksızlıklar, adaletsizlikler, yokluklar, yoksulluklar ve yasaklarla dolu da olsa, küçük adacıklarda sığındığımız bireysel, küçük dünyalarımızda yalancı mutluluklar peşinde koşarken, nereden geldiği meçhul bir virüs salgını hayatlarımızı alt üst etti.
Sermayenin, üretimin, teknolojinin, ulaşımın, iş gücünün, sosyal yaşamın çoktan küreselleştiği bir dünyanın yeni farkına varıyoruz. Şaşkın ve çaresiz bir ruh hali içindeyiz.
Çoğumuzun beklemediği, bazılarımızın ise zaten bildiği, ardı arkası kesilmeyen küresel ekonomik krizler, savaşlar, işgaller, ölümler, algı oyunları bugün bir virüs salgını yoluyla, başka bir şekilde sahneleniyor. Salgının birileri tarafından mı yayıldığının yoksa kendiliğinden mi ortaya çıktığının bugün için fazlaca bir önemi yok.
Küresel oluşumların ve faaliyetlerin, dünyanın en ücra köşelerindeki bireylerin yaşamına girdiği bir ilişkiler ağında, bu salgının nereden geldiği üzerine kurulu komplo teorileri ( gerçekse ) elbet günün birinde aydınlanacak. Şu an yalnızca bu konuya odaklanıp, bu salgın felaketinin ardından kurulacak yeni dünya düzeninin nasıl olacağı, nelerin değişeceği konusunu gözlerden uzak tutma gafletine düşülmemelidir. Salgının yol açtığı ölümler ve yayılmasını önlemek için insanların evlerine hapsedilerek izole bir hayata mahkûm edilmesi, küçümsenecek, basit bir durum değildir. Ne var ki, bu zorunlu mahkûmiyetin yol açtığı üzüntülerin, sıkıntıların, gelecekte bizi bekleyen büyük sorunlara çare arayışlarının önüne geçip bizi çaresizliğe sürüklemesine izin vermeyecek sağlıklı ruh halini de korumak gerekiyor.
Virüs felaketinin nereden çıktığına yanıt ararken, nelere yol açabileceği ve ardından nasıl bir dünyanın şekilleneceği konularına yönelerek daha sağlıklı, daha somut ipuçlarına ulaşabiliriz.
Yaşadıklarımız; küresel dünya düzeninin restorasyonu ve kendini yeniden güncellemesi için fırsatlar yaratmıştır. Bildiğimiz, yaşadığımız küresel egemenlik ilişkileri devam edecek ama birçok şey değişerek dünya çıkmaz sokaklara sürüklenip yeni bir düzene doğru evrilecektir.
Neler değişecek?
* İnsan yerine robot teknolojisi biraz daha öne geçerek emeğin üretimdeki yeri daha da azalacaktır. Ücretsiz, sendikasız robotlar sermayenin kazançlarını artırırken, işsizler ve açlar ordusu çoğalacaktır.
* Ortaya çıkacak ekonomik kriz, ulusal ekonomileri çökerterek küresel ekonomiye bağımlılığı artıracaktır.
* Daralan dünya ekonomisi içinde iflas eden, değer kaybeden şirketler ve pazarları el değiştirecektir.
* Ekonomisi çöken ya da zayıflayan ülkelerin sermaye ve borçlanma ihtiyacı artacaktır.
* Salgın felaketi nedeniyle ölen yaşlılara ve kronik rahatsızlığı olanlara ödenecek sağlık, sigorta ve maaş giderleri ( güya ) azalacaktır, ama işsizlik ve ekonomik kriz nedeniyle fiziksel ve ruhsal sağlığı bozulacak bireylerin sayısı artacak, toplumsal kaos derinleşecektir.
* Oluşan korku toplumları ile insanlar arasındaki örgütlenme ve sosyal ilişki güdüleri zayıflayacaktır.
* İnsan yerine ikame edilen robot ve bilişim teknolojisi ile toplumların ve bireylerin kontrolü kolaylaşacaktır.
Görüldüğü gibi, virüs salgınını kimin yarattığından çok nelere yol açacağı ve kimlere yarayacağı konusu daha çok şeyi aydınlatıyor. Küresel sermaye, salgını ve dünyanın yaşadığı felaketi fırsat bilerek yeni kazançlara, yeni olanaklara doğru koşacaktır.
Küresel sermayenin bir ulusu, bir iktidarı, sonuna kadar arkasında durduğu liderleri, temsilcileri yoktur. Dünya, çok uluslu satranç tahtasındaki hamlelerle yönetilir. Krize giren ekonomiler, batan şirketler, toplu katliamlar ve ölümler hangi ülkeye ait olursa olsun yalnızca satranç oyununun hamlelerine hizmet eder.
Elbette bütün bu gelecek tasarımları, küresel sermayenin arzu ettikleri, planları, oyunlarıdır. Karşısında ise koskoca bir dünya ve toplumların bireyleri vardır.
Çareler nelerdir?
* Bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu küresel ekonomilerin uzantıları olan ülkelerde yönetimler değişmeli ve yerini ulusal, yerel topyekûn kalkınma modellerine dayalı yönetimlere, uygulamalara bırakmalıdır.
* Toplumlardaki bireysel rant, aç gözlülük ve daha çok kazanç hırsı üzerine kurulu egemenlikler yerini insana, doğanın korunmasına ve demokrasilere bırakmalıdır.
* Metropollerin gökdelenlerinden çıkıp kırlara, dağlara dönülmelidir yeniden. Tarlalar ekilip ürünler çoğaltılmalı, fabrikalar, makineler, teknolojiler bozkırlara taşınmalıdır.
* Hoyratça geride bırakıp terk ettiğimiz bereketli Anadolu topraklarına yeniden dönülmelidir.
Unutmayın!
Karanlıktan daha güçlü, aç gözlü canavarların saltanatlarına son verecek umut ışığı da yükseliyor.
Karanlıkların ardı hep aydınlıktır.
6 Nisan 2020

CORONA VİRÜSÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

CORONA VİRÜSÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Günlerdir son teknoloji ürünü bilim kurgu filmlerinden birini izler gibiyiz.
En baştan söyleyelim: Paniğe gerek yok.
Bir süredir televizyon ve sosyal medya paylaşımlarını işgal eden Corona virüsü ve etkileri ile ilgili yayınlara, virüsün yayılması ve kayıplar konusunda verilen rakamlara ve alınan önlemlerin gerçekliğine rağmen paniğe gerek yok.
Geçmiş yıllarda, kuş gribi, domuz gribi gibi paranoyaları yaşattılar. Merak edenler, geçmişte çok daha fazla insan kaybına neden olan hastalık ya da virüslerle ilgili bilgilere ve istatistiklere internet arama motorlarından kolayca ulaşabilirler.
Söylediklerimiz; hiçbir kaygıya kapılmadan, yaşantımızdaki olumsuz sağlık ve hijyen kurallarını sürdürmeye devam anlamı taşımıyor. Toplumsal ve bireysel sağlık ve hijyen kurallarına bağlılık yönünden bir hayli gerilerde olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Neye, kimlere göre gerilerdeyiz?
Tartışılabilir.
Ancak; ölçü hâlâ geçmiş çağları yaşayan ilkel, yarı ilkel toplumlar ve onların bireyleri değil, ekonomik ve kültürel yönden gelişmiş toplumlarda yaşayanlar, bilimin ve tıbbın yakın takipçisi bireyler olmalıdır. Bu da, kısaca ekonomik refahla, toplumsal bilinç ve kültürle ilgilidir. Bir çırpıda bu konuda ilerleyip mesafe kat etmek kolay değil.
Corona virüsü ile ilgili çok farklı değerlendirmeler olabilir.
Bütün dünya ülkelerini etkileyen bir salgın olarak görülebilir. Ne de olsa küresel bir dünyanın ilişki ve çelişkiler ağı içinde yaşıyoruz. Şu an neredeyse tüm dünya ülkelerinin gündemi, bu tam olarak anlaşılamayan, koruyucu, iyileştirici aşısı henüz bulunup kullanıma girmeyen virüsle mücadele.
Corona virüsü; küresel ilaç şirketlerinin, istihbarat örgütlerinin komplosu diyenler de var.
Acaba yaşananların arkasında dünyada kıyasıya yaşanan ekonomik bir savaş, bir egemen olma mücadelesi mi var?
Yaşanan virüs salgınını fırsat bilip toplumları, bireyleri arzu ettikleri dünya düzenine doğru sürüklemek isteyen egemen güçler olabilir mi?
Tarihte, geçmişte yaşananlara baktığımızda, bizi komplo teorilerine götüren izler, ipuçları tümden kaldırılıp bir kenara atılacak cinsten değil. Karartılmış, karanlıklarda bırakılmış bir yığın soru var.
Afganistan, Irak ve Orta Doğu işgallerinin, onların da öncesinde 11 Eylül komplolarının arkasında ne kadar ekonomik, politik nedenler aramak gerekiyorsa, Corona gündeminin gerisinde de ekonomik, psikolojik bir savaşın izleri aranabilir.
Yaşananlar ve gerçek olan ölümler de bu kuşkuları yok etmez.
Corona virüsünün, güç ve istihbarat savaşları sonucu laboratuarlarda üretilip pazarlandığına ilişkin komplo teorileri yayılıyor.
İstihbarat örgütlerinin komplolarını tam olarak, kolayca aydınlatma olanağı yok. Bir dönem yayınlanan Wikileaks belgeleri bile ABD ve CIA’nin dünyadaki komploları konusunda tam bir inandırıcılık sağlayamadı.
İstihbarat örgütlerinin komploları, tam olarak aydınlatılamasa da geride kuşkular ve yanıt bulmayan sorular kalır. Komplo teorilerinin kaynağı da daha çok bu kuşkular ve sorulardır.
Küresel dünya düzenini iyi tanıyanlar ( özellikle konuyla ilgili araştırma yapanlar) bu komplo teorilerine daha yakındır. Konunun uzağında olanlar ise, bugün bir yerlerden duyduklarını, okuduklarını yarın unutup giderler.
Gündemdeki Corona virüsü de kısa bir süre sonra ( ya bir ilaç piyasaya sürülüp” çare “ üretilince, ya da sıcakların başlamasıyla) gündemden kalkar, unutulur, yok olur gider.
Tıpkı öncekiler gibi.
Ne var ki; aklımızı, beynimizi ve de ruhsal yapımızı esir alan, bizleri şuursuzlaştıran, asıl “ virüsler “ kolayca yok olmaz.
Komplo teorileri bir yana…
Gerçekleri bazen kitaplardan, çoğu zaman da yaşamın kendisinden öğreniriz. Corona virüsü olayında, sağlık ve hijyen kuralları dışında da pek çok şey öğreniyoruz.
Hırs, ihtiras, yüksek ego, ilkel gurur, ilkel öfke, tüketim çılgınlığı, ruhsal kirlilik gibi hastalıklarımızla yüzleşmeyi ve de yaşama aslında pamuk ipliği ile bağlı olduğumuz gerçeğini öğreniyoruz.
Daha da öğreneceğiz.
Asıl kriz, Corona virüsünün yarattığı kâbustan çok alt üst olan ekonomilerde yaşanacak gibi görünüyor. Özellikle de bizim gibi “ ekonomik virüslere “ pek dayanıklı olmayan ekonomilerde.
Dünya ve ülkemiz, eğer sağlıklı, akılcı tedbirlere yönelmezse, tarihi bir ekonomik krize doğru sürüklenebilir.
Dünya, yeni bir düzene doğru yol alabilir.
Küçük dünyalarımızdan çıkıp uyanmanın vaktidir.
Küreselleşme kılığına bürünmüş emperyalizm çağı devam ediyor.
21 Mart 2020

UMUDA SARILMAK

UMUDA SARILMAK

İçine düştüğümüz gezegenin fırtınalı denizlerinde esen kasırgaların öfkesine kapılıp, meçhule doğru sürüklenircesine yol alıyoruz.
Herkes kendi derdinin girdabında savruluyor. Kimse kimseyi göremiyor. Kimse kimseye el uzatmak istemiyor. Uzattığı eli tutanın bir okyanus canavarı gibi kendisini de okyanusun derinliklerine doğru çekeceğini düşünüyor. Korkup kabuğuna çekiliyor. Korkuların gölgesinde karanlıklara, daha karanlıklara sığınmaya çalışıyor.
Maske takmış yüzlerse, maskeli bir balonun görkemli ışıklı salonunda yalancı mutlulukları, sevinçleri, boş gülücükleri oynuyor.
Türkiye’nin genel manzarası gibi Ege’nin İzmir’i ve çevresi de bu karamsar havanın etkisi altında. Oysa bu güzelim kentin turizm potansiyeli bir yana, hemen etrafındaki Gediz ve Menderes nehirlerinin yanı başında uzanıp yer yer ufukta kaybolan ovalarında insanoğluna cömertçe bereket ve bolluk sunuluyor. Dünyanın yılda üç ürün alınabilen nadir bereketli toprakları bu bölgede yer alıyor. Küçük ve orta ölçekli sanayi siteleri ise, Ege’nin, İzmir’in görece çağdaş ve eğitimli nüfusuna istihdam olanakları sunuyor. Ne var ki, bu zenginlik hep aynı yerlere, hep aynı birikmiş servetlere doğru akıp gittiği için bölge insanı aradığı mutluluğu yakalayamıyor.
Yıllardır küçüle küçüle, gerileye gerileye, bir zamanların kendi kendine yetebilen çok az sayıdaki ( beşi, onu geçmeyen ) ülkelerinden biri olan Anadolu coğrafyası gibi Ege bölgesi ve İzmir kenti de yaşanmakta olan çok yönlü toplumsal sorunların içinde kıvranıyor.
Bölge turizmine çakılan neredeyse bir çivi bile yok. Yıllara göre turizm gelirlerinde küçük artışlar olsa bile, bunun GSYİH’daki ( tüm üretim gelirleri içindeki) payı gittikçe düşmüştür. Oysa istenirse, denize kıyısı bile olmayan Eskişehir gibi bir Anadolu kentinde bile çok iyi şeylerin yapılabileceği kanıtlanmıştır.
Söke, Aydın, Manisa, Kemalpaşa, Menemen etrafında uzanan tarımsal alanlarda üretim durma noktasında. İç kısımlardaki dağlık bölgelerde ise genç nüfus hemen hemen yok gibi. Başka yerlere, umut peşinde dört bir yana dağılmış. Ürettiği ürün geçimini sağlamayan tarım üreticisi başka işler, başka geçim kapıları aramak zorunda bırakılmıştır.
Hayvancılık ise tüm Anadolu coğrafyasında bitirilmiş durumda. Sanayi ürünleri gibi tarım ve hayvancılık ürünlerinin birçoğu dışarıdan, başka ülkelerden geliyor.
Ülke ekonomisinin yıllık büyüme oranının yeterliliği, artan nüfus yüzdesi, dış borç, gelir dağılımı, tarım, hayvancılık ve sanayi, turizm gelirlerindeki artış, tüketim alışkanlıklarındaki değişme gibi göstergelerle ve de küreselleşmiş dünya ekonomisiyle birlikte ele alınıp değerlendirilmedikçe, ülkenin ekonomik açıdan nereye doğru yol aldığını doğru olarak görme olanağı yok. Halk yığınlarının çoğunluğunun ise, bu kadar karmaşık verilerle ne uğraşacak zamanı ne de doğruları tam olarak kavrayacak kılavuzları var. Organize olmuş” algı operatörleri” doğruları, gerçekleri istedikleri şekle sokup, uyuşturucu müptelalarına istediğini temin eden uyuşturucu tacirleri gibi her yerde kol geziyor.
Siyasilerin sunduğu birbirinden kopuk, tek yönlü, üstü örtülü, pembe büyüme ve refah tablolarının ise geçim derdindeki halk yığınları için ( aldatılmaktan başka ) bir anlamı yok.
Yaşam ise durmuyor. Her gün yeni bir gün doğuyor. Nüfus artıyor, yeni iş ve aş alanlarına duyulan ihtiyaç çığ gibi büyüyor.
Her şeye rağmen umutlar tükenmez.
Çıkılan her yolculuk, ( ne yöne olursa olsun ), her yeni başlangıç ( ne iş olursa olsun ) filizlenen yeni bir umuttur.
Karanlıklardan çıkıp ona sıkıca sarılın…
22 Şubat 2020

YENİ BİR YILA GİRERKEN

2020’ye girmek üzereyiz…
Toplum olarak, toplumun bireyleri olarak bizleri nasıl bir yıl bekliyor?
Birey ve aile olarak yakın, uzak ufkumuzda neler görünüyor?
Bizi kuşatan çevre; mahalle, şehir, ülke ve de gezegenimiz nereye doğru yol alıyor?
Birey olarak rahat ve huzurumuz yerinde olabilir.
Şimdilik belki durumu idare ediyor, yaşadığımız ortamda, ülkede ve dünyada olup bitenlerden diğerleri kadar etkilenmiyor olabiliriz.
İleriye doğru baktığımızda, küçük mutluluklarımız için bizi bekleyen olanaklar henüz tükenmemiş olabilir.
Unutmayalım!
Toplumsal huzur, refah ve barış olmadıkça, küçük, bireysel mutluluklarımızın hiçbir güvencesi yok.
Bana ne diyemeyiz.
Yaşamın her birimize yüklediği toplumsal sorumluluklardan kaçamayız.
Toplumsal açıdan ileriye doğru baktığımızda, “ yalanlar ve algı oyunları “ ile etrafımız örülmüş olmasına rağmen, sisli ufuklarda beliren ve gittikçe netleşen bir gerçek, bir “ büyük resim “ var:
Siyaset; ( iktidarıyla, muhalefetiyle ) toplumsal gelişmenin önünü tıkıyor.
Birikmiş sorunların kangren olmadan çözüme kavuşturulması için, yeni bir iktidar ve yeni bir muhalefet anlayışına ve pratiğine ihtiyaç var.
Ekonomik açıdan, hemen her sektörde üretim durma noktasında.
Henüz yitirilmemiş olanlarla, elde kalanları satıp savarak ayakta kalmaya çalışıyoruz. Ancak, zirveye çıkan tüketim alışkanlıkları ve artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap veremiyoruz.
Uzun yılları borçlanarak kalkınma aldatmacasıyla harcayıp tükettik. Gerçek anlamda ülke kalkınmadı, refah artmadı. Küresel baronların çok uluslu şirketleri ile yerli bir avuç azınlık kalkındı, servetlerine servet kattı. Dış borçlar artık çevrilemeyecek, üzerine daha fazla eklenemeyecek boyutlara ulaştı.
Ranta ve bol kazanca alışan azınlık, gelir musluklarının azalması karşısında, kalan ülke varlıklarının yabancılara daha da satılmasına aldırmadan, yeni ‘ yap, işlet, devret ‘ modelleri keşfederek yabancı şirketlerin taşeronluğu ile ayakta kalmaya, servetlerini çoğaltmaya devam etmek istiyor. Hem de tükenmeyen bir iştahla.
Şuursuzca tüketime alıştırılan, borç batağındaki orta ve alt gelir gurubundakiler ise isyan ediyor.
Elde kalanlar ve yapılacak tasarruflarla tarım, hayvancılık ve rekabet potansiyeli taşıyan imalât sektörlerini “ ulusal bir kalkınma modeliyle “ kararlılıkla ayağa kaldırmak yerine, küresel sermayenin oyunundan başka bir şey olmayan alt yapı ve inşaat yatırımları tuzağına düşmeye devam ediyoruz.
İstanbul’a yapılması düşünülen su kanalı projesi bunun son örneği.
Yabancıların çok uygun koşullar ve devlet garantileriyle gireceği, olumsuz örneklerini daha önce defalarca gördüğümüz böylesine zamansız ve anlamsız bir projeden, siyasetle içli dışlı olan, rantiyeci taşeron firmalar umut bekliyor.
Ülkenin kalkınması ve refahı için harcanacak milyarlarca doları, alt yapı yatırımlarına yönlendirerek, lüks ve şatafata koşarak, Suriye bataklığı tuzağına düşerek harcadık. Şimdi de İstanbul’a su kanalı gibi, ekonomik, sosyal, ekolojik, diplomatik riskler taşıyan başka bir projeyi tartışıyoruz.
Yeni yılın hemen başında ise Libya’ya asker gönderme konusu gündemde.
Ülke nereye doğru gidiyor?
Tuzu kuru, üstün körü eğitim ve öğrenim görmüş, aklını ve kalemini yalana, dolana kiralamış “ sahte aydınlar “, her gün medyada, sosyal medyada ahkâm kesiyor, halkı hakir görüp aşağılıyor. Cehaletle, vurdumduymazlıkla, körlükle suçluyor.
Yerel seçimlerde, gecikmeli de olsa, oraya buraya savrulsa da halk üzerine düşen görevi yerine getirdi ve kötü gidişe dur deme yolunu seçti.
Bu geleceğe dönük bir umuttur.
Ne var ki, merkez siyaset toparlanıp rotayı bir türlü doğrultamıyor.
Hepimizin içinde seyir halinde olduğu gemi hızla kayalıklara doğru yol alıyor.
2020’ye girerken; siyasi istikrar, artan üretim, kalkınma, adalet ve gelir dağılımı, refah, mutluluk ve barışa dair güzellikleri sıralamak, iyi şeyler söylemek vardı.
Olmadı.
Dil dönmedi, kalem yazmadı.
Güzel şeyler hiç mi yok?
Elbette var.
Neler mi?
Henüz tükenip kaybolmamış umutlar ve hayaller.
Umut, barış ve sevgi dolu bir yıl dileğiyle…
27 Aralık 2019 

YAZMA SANATI

Yazım işi bir sanattır. Yazmak; okuyup yazdıkça ustalığa, bu sanatın inceliklerine, derinliklerine götüren uçsuz, bucaksız gökyüzüne doğru bir yolculuğa benzer.
Yazmak; kimine göre bir iş, bir meslek, kimine göre bir tutkudur. Kimine göre de, alaca karanlıkta tutunacak bir umut ışığıdır.
Gabriel Garcia Marquez; bir anlatma, bir yaşama biçimi olarak görüyor bu tutkuyu. “ İnsanların yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır “ diyor, Anlatmak İçin Yaşamak adlı anı romanında.
Sait Faik; alışkanlığa, neredeyse bir mahkûmiyete dönüşen bu tutkuyu, “ Haritada Bir Nokta “ adlı öyküsünde daha bir yalınlıkla dile getiriyor. “ Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt, kalem aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Jean-Paul Sartre ise; edebi açıdan öykü, roman, makale gibi düz yazı sanatında “ İm”lerin egemen olduğu, şiirin ise ayrılarak resmin, yontunun, müziğin yanında yer aldığı ayrımına inanır. İnsanın kendisi için yazması diye bir şey olmadığını ileri sürerek, yazma tutkusunun toplumsal yönüne dikkat çeker.
Şiirin temsilcilerine göre ise yazmak; kimi zaman bir yakarış, kimi zaman aşkın, kimi zaman da umudun, hasretin ve direnişin yazıya dökülmesidir.

Düz yazı sanatında çoğu öyküler, romanlar; ya diğer insanların tanık olduğumuz yaşamlarından doğar, ya da başkasının anlattığı, yazıp bir köşede bıraktığı, henüz hayat bulmamış yazılardan. Bazen etrafı, yaşanılanları gözleyip yazacak bir konu bulup çıkarırız, bazen de yazmaya değer konular kendiliğinden önümüze gelir.
Anı roman veya öyküler de vardır. Ancak, çoğu yazar kendini anlatmayı, basit, sıradan, biraz da kişisel bulur.
Hem kendi yaşam öykünü kaç kez yazabilirsin ki?
Edebiyatın en önemli ürünleri olan öyküler ve romanlar; konularının çok çeşitli, yazarın hayal dünyasına göre neredeyse sınırsız olmasının yanı sıra, uzunluklarına göre de çok farklı özellikler gösterirler. Doğa, toplum ve insanın iç dünyasının derinliklerine inen konularda yazılan öyküler, birkaç sayfadan oluşabileceği gibi, onlarca sayfaya kadar da uzanabilir. Romanlar ise daha uzun, daha kapsamlı olup, içinde birbiriyle bir şekilde bağlantılı birçok öyküyü barındıran bir zenginliğe sahiptir.
Öykü, roman ayrımı, konuların yazarına ulaşma şekli, uzunluk, kısalık, ortaya çıktığı ortam ve koşullar eserlere henüz içi doldurulmamış bir kimlik kazandırır, önemlidir.
Edebi eserlerde tüm bunlar, bir bakıma yazının tasarımı olarak görülebilir.
Her öykü ve roman yazarı; yayınlanmış birçok eseri bu açıdan inceleyip, görüp, algıladıklarının bir bileşkesi olarak kendine göre bir yazım tarzı edinir. Bu ise; sözcükler, cümleler, diyaloglar, noktalama işaretlerinden oluşan bir ustalığa karşılık gelir.
Yazım tasarımı ve tarzı gözetmeden, çalakalem, salt duygusal dürtülerle yazılanlar kısa sürede söner, yok olup gider.
Ne akıcı, zevkle okunan bir dil, ne konu, ne de noktalama işareti kaygısı gütmeden her gün “ piyasaya “ sürülen onlarca, yüzlerce, estetikten yoksun “ edebi ürün “ görüyoruz. Ne yazık ki; gökteki yıldızlar gibi yanıp kaybolan yazın eserlerinin istilası altındayız. Yaşadığımız toplumsal çıkar ilişkileri, bu alanda dolananları kaçınılmaz olarak kirli, kör bir labirente doğru itmektedir. “ Fırsat ele geçmişken, hazır popüler olmuşken, ben de bir şeyler yazıvereyim “ düşüncesi salgın bir hastalığa dönüşmüş durumdadır.
Yazma sanatının yüzü insana ve topluma dönüktür. Yazılanlar insan ve toplumla hayat bulur.
Entelektüelliğin yerine bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, sıradanlığın, çıkarcılığın egemen olduğu günümüzde okuyucu kitlesi ise apayrı bir inceleme konusu. Sosyal medya paylaşımları, popüler olanın peşinde gitme, özet, kısa alıntılarla yetinme, zahmetsizce okuma yolları revaçta.
Böylesine ucuz bir yayın borsası, yazım dünyasını hareketlendirip bu alana ilgiyi artırır gibi görünse de, ortaya kalıcı eserler bırakıp geleceğe aktarmayı zorlaştırmakta, “ işin kolayına kaçma “ düşüncesini beslemektedir. Daha da önemlisi; bu işin basit, sıradan bir faaliyet olduğu anlayışı yaygınlaşarak, okuma, yazma işi önemsiz hale getirilmektedir. Bunun yerini, internet bilgileri, sosyal medya özetleri, dergiler, hazır şablonlar, pratik bilgi kırıntıları, yüzeysel algılama alışkanlıkları almaktadır. Hayatın, derin ve çok boyutlu gerçek yüzü görülememektedir. İşin doğrusu; yüzeysel bilgiler yerine derinlere dalıp yaşamın gizli sırlarını yakalayabilmektir.
Yazım dünyasına adım atanlar için, çok okuyup az yazmak başlangıç için idealdir. Yüzyıllardan, tarihin derinliklerinden bu yana süzülüp gelen, hâlâ canlılığını koruyan eserlerin hiç değilse önemlice bir kısmını okuyup incelemeden bu alanda yol alma, kalıcı olma şansı ne yazık ki yok.
14 Aralık 2019

DEĞİŞİM VE POPÜLER YAŞAM

Dünyadaki toplumsal değişimlerin tarihsel dinamiğini kavrayıp ona sevgiyle sarılanların yanı sıra, bilerek veya bilmeyerek ayak direyenlerin iç içe yaşadığı bir karmaşanın çıkmaz labirentlerinde yol alıyoruz. Günübirlik yaşamın ritmine kapılıp dün yaşanmamış, gelecek yokmuşçasına, ufukta kaybolup yeniden doğan güneşin göz kamaştıran büyüsüne kapılıp bir adım öncesini ve sonrasını göremiyoruz.
Oysa anılar dışında daha düne ait olan ne varsa bir bir yok olup gidiyor. Gecenin alaca karanlığından yeni bir gün doğuyor.
Kulağımıza nereden geldiği belirsiz bir fısıltı “ Böyle gelmiş böyle gider. “ dese de, gelenle giden sürekli yer değiştiriyor.
“ Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. “ diyor, M.Ö. 500’lü yıllarda Efes’te yaşamış olan filozof Herakleitos. Bir başka deyişle de bunu “ Bir nehirde iki kere yıkanılmaz. “ diye özetliyor.
13. yüzyılda yaşamış Mevlana ise ; “ Şu akıp giden kum seline bak, ne durması var ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya, nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini. “ diye anlatıyor bunu.
18. ve 19. yüzyıllarda, hareket ve değişimin yasaları ortaya çıkarılıyor.
Alman filozofu Hegel, “ Diyalektiği “ formüle ediyor, ancak maddedeki değişimlerin ruhtaki değişimlerden ibaret olduğuna inanıyor. Ona göre evren, maddeleşmiş düşüncedir.
Hegel’in ardı sıra gelen Marx ve Engels ise; düşüncenin hareketini başlatan kaynağın madde olduğu teziyle, Hegel’in idealist diyalektiğini doğru bir yörüngeye oturtuyor ( Materyalizm ).
Doğayı, toplumu ve kendisini ön yargısız, dikkatlice gözlemleyen, bilimsel düşünceye bağlı birisi, kendisi dahil evrende her an, her şeyin değişmekte olduğunu görür, kabul eder. Değişimin sonsuza doğru yolculuğunu anlatan yasalarına inanır.
Değişim, zamana ayak uydurmak, uyum sağlamak için önümüzde uzanan bir yoldur. Yer yer engebeli, engelli, maceralarla dolu zorlu bir yol. Düzlüklere, uçsuz bucaksız yeşil ovalara varma olasılığı da var, bataklıklara dalıp kaybolma olasılığı da.
Değişme, değiştirme kaygısı olmayanlar da var, değişimi kendi dışında arzu edenler de. Bu, “ o görkemli egolarımızı “ olduğu gibi koruma refleksine dayanır bir bakıma. Değişim, aynı zamanda egolarımızın küçülerek geri plana itilmesini sağlayacağı gibi, azgınlaşarak tehlikeli boyutlara yükselmesi riskini de taşır.
Değişme korkusu bu nedenledir.
Genel anlamda bakarsak; günümüzde değişime, doğanın, toplumun ve bireylerin doğal gelişim seyrine uygun, sağlıklı kültürel birikimler yerine, dünyayı alt üst eden “ depremlere “ yol açan küresel kapitalizmin yarattığı “ popüler kültür “ damgasını vuruyor.
Herkes, şuursuzca popüler kültürün üretip dayattığı popüler yaşam tarzına doğru koşuyor.
Kapitalist ilişkiler düzeninin her geçen gün yeni ambalajlarla süsleyip “ piyasaya “ sürdüğü popüler yaşam tarzının ise bir tek amacı var: Pazarı ve tüketimi sürekli canlı tutup daha çok kazanmak.
Parası olan, daha çok kazanıp daha çok servet sahibi olmanın yollarını arıyor. Evi, arabası olan bir yenisini, bir yenisini daha alma, elinde ihtiyaçtan fazla eşyası olanlar eşyalarını, giysilerini henüz kullanım süreleri bitmeden yeni model, yeni moda olanlarla değiştirme peşinde koşuyor. İşi gücü olanlar ( ve de olmayanlar ) çalışmadan, üretmeden bir an önce daha iyi yaşam olanaklarına kavuşma hayalleri kuruyor.
Her birimiz, kavgasını verip bedel ödemeden daha çok özgürlük istiyoruz.
Daha çocuk yaştakiler; çocukluğunu yaşamadan popüler dünyaya hemen adım atmak, bir an önce yıldızlara ulaşmak, para, ev, araba, şöhret, sevgili sahibi olmak istiyor.
Orta yaşları geçmiş, yaşamın son çeyreğine gelmiş olanlar; bulundukları yaşın güzelliklerini bir yana itip, yeni “ imajlarla “ popüler gençliğe, popüler modaya yöneliyor.
Herkes birbirine bakarak adeta yarıştırılıyor, herkes birbirine benziyor, kendisi olmaktan çıkıyor.
Popüler yaşamın göz alıcı, sahte ışıltılarına dalıp yine de mutlu olamıyoruz.
Değişim; yaşamın değişmez bir kuralı, sonsuza doğru uzanan bir yolculuğudur. Değişime ayak uydurmak, iyiye, güzele doğru giden hoş bir serüven olsa da, sırrına ermemiz gereken: Doğayı ve insanı tüketen popüler yaşamdan elden geldiğince uzaklaşarak bunun nasıl başarılacağıdır.
5 Aralık 2019