Kategori arşivi: Diğer

EYLÜL AKŞAMLARI

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Geçmişe bakar yanarım.
Dinmez içimdeki yangın,
Soğuk sulara hasretim.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Batan güneşe yanarım.
Aydınlık karanlığa,
Ha döndü, ha dönecek.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Cümle kaybedilenlere yanarım.
Ne çare,
Gidenler geri gelmez.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Uzaklara bakar yanarım.
Bulutlara uzanan düşlerim,
Neredeyse gökyüzünü delecek.

Hüzünlü eylül akşamlarında,
Çaresiz yalnızlıklara yanarım.
Sesine, nefesine hasretim.
Uzak da olsan bir ses ver.

ALGILAR PARAM PARÇA

ALGILAR PARAM PARÇA

İnsan, ömrünün çoğunu kendinden kaçarak tüketir. Hep dışarıda, başkalarında arar kendini, özlemlerini. Ara sıra kendi aynasına dönüp baksa da, dehşete kapılıp kaçar, uzaklaşır gördüklerinden. Fazlaca derinlere inip kendi iç yolculuklarına çıkmaktan korkar.
Dışarıda gördükleri ise; aslında bir yalanlar zincirinden, bir hayalden, bir illüzyondan ibarettir.
Gerçeği, gözler görmez, kulaklar işitmez, diller söylemez olur. Cümle âlemin sisler arasındaki yaşamı gerçek sanılır, oysa her şey göründüğünden farklı, yaşamın derin sırları Kaf dağının ardında gizlidir.
Küresel rant düzeninin oluşturduğu algılar kırık dökük, kapkaranlık dipsiz kuyulara uzanır. Dün, bir çırpıda edindiğimiz eğreti yargılar bugün değişiyor, yarın ise yerini başka ucubelere bırakıyor.
Ne kadar etkili sözlerle anlatsanız da, insanların size göre yanlış algılarını değiştirip onları bir çırpıda doğrulara, gerçeklere yönlendirmeniz oldukça zor, ama olanaksız değil.
Bugün kulak ardı edilen, görmezden gelinen, itibar görmeyen söylemler, açıklamalar, gerçekler, yaşam pratiğinde bir gün anlaşılacaktır. Ne var ki her gecikmenin, her geçen zamanın ağır ödenen bedelleri vardır. Size göre doğru bilinenler bıkmadan, sabırla, kararlılıkla, hemen sonuç beklemeden söylenmeye devam edilmelidir.
Hatalı, eksik de görseniz sizin dışınızdakilerin sesine, “ O sese “ kulak vermeniz gerekiyor. “ O ses “ sizin gibi düşünmüyor olabilir. Haklı olduğunuzu düşünüyorsanız, inandırmanın sihirli formüllerini keşfedin, mucizeler peşine düşün.
Bilimsel sağduyu ile bireyin duygusal, devamlı değişen, kendine güvensiz, ürkek değer yargıları sürekli çatışır.
Nasıl mı?
“ O ses “ diyor ki; Ekrem İmamoğlu, Tunç Soyer, Mansur Yavaş, v.b. kurtarıcı olabilir mi?
Sağduyu diyor ki; kişileri, olayları değil, asıl sistemleri tartışmak gerek. Kurtarıcı arayışları sonuç vermez. Doğruyu ancak sistemleri sorgulayarak bulabiliriz.
“ O ses “ diyor ki; ‘ Bu millet adam olmaz ‘, ‘ Gençler ilkesiz, idealsiz, tembel ‘.
Sağduyu diyor ki; gerçek ‘ Kör gözlerin ‘ gördüğünden de vahim, ancak toplum büyük bir algı kumpası altında. Toplumun bireylerinde ve gençlerde gördüğümüz ne kadar olumsuzluk varsa, bu enkaz gerçeklere sırtını dönen, ya da onlarla yüzleşmekten korkan bizlerin, hepimizin eseri. Asıl suçlu biziz.
“ O ses “ diyor ki; faizler birkaç puan düştü, ekonomi canlanacak.
Sağduyu diyor ki; ekonomide akılcı, köklü reformlar yapılıp ulusal üretim seferberliği ilan edilmedikçe, lüks ve aşırı tüketimin önüne geçilmedikçe, yalnızca dış kaynakla, borçlanmayla ekonomi düze çıkmaz, ancak sorunlar ertelenerek daha çok birikir.
“ O ses “ diyor ki; yollar, köprüler, gökdelenler, alış veriş merkezleri, yeni hava limanları yapılıyor. Köylerimizin sokaklarına kadar kilit taşları döşeniyor, yollarımızda marka marka, son model arabalar cirit atıyor, ülke adeta uçuyor.
Sağduyu diyor ki; medeniyet güzel şey, ama o kadar asri yaşayacak kadar paramız yok. Borçlanarak, kamu mallarını, hazine arazilerini satarak, yabancı sermayeye fütursuzca kapıları açarak, her birimizin geleceğini ipotek altına alarak ülke kalkınamaz, ancak sömürgeleşir.
“ O ses “ diyor ki; bugün sahip olduklarımıza bakarsak düne göre iyiyiz.
Sağduyu diyor ki; dünü ve bugünü ancak dünya ülkeleriyle kıyaslamalı olarak, tüm ekonomik, siyasal ve sosyal göstergelerle birlikte değerlendirirsek gerçek durumumuz anlaşılır. Bu açıdan bakın, hemen her alanda geriyiz.

Kısacası, toplumsal algılar alt üst olmuş durumda.
“ Birileri “ sürekli olarak duygular ve inançlarla oynuyor, oynatıyor.
Tarihi, adeta tersine döndürmeye çalışıyor.
Belki tarihin akış hızı değişir, ama tarihin yönü değişmez.
İleri, hep ileri…

PUSULASIZ YOLCULUK

Türkiye; varacağı liman ve rotası belirsiz bir gemi misali dalgalı denizlerde yol almaya devam ediyor.
Toplumların her yönüyle refah ve mutluluğa ulaşmasının başta gelen koşulu; kendilerine bir vizyon oluşturmaları, varmak istedikleri gerçekçi, doğru hedefleri açık, seçik ortaya koymalarıdır.
Bu, ulusal bir vizyon olmalı, özgürce belirlenmelidir. Toplumu tarihsel olarak geriye değil ileriye, daha çağdaş, daha özgürlükçü bir yapıya doğru taşımalıdır. Farklı görüş ve düşüncelere açık olmalı, ancak toplumsal çoğulcu yapının anlayış birliğini sağlamalıdır.
Ülkeyi yöneten iktidar partileri, muhalefet partileri ve ülkenin tüm bireylerini bağlamalıdır bu vizyon. Bir iktidarın, bir partinin, bir gurubun o anki çoğunluğa dayalı gücü ve çıkarlarına göre sürekli değiştirilmemelidir. Bunun yazılı şekli anayasalardır, ancak anayasalar; darbeler, çoğunluğa dayalı oldu bittilerle değil, bireylerin gerçek anlamda özgür iradeleri ile oluşturulmalıdır.
Cumhuriyet kurulalıdan bu yana, gerçek anlamda çağdaş bir anayasa oluşturulamadı. Bunun değişik tarihsel ve siyasal nedenleri vardır.
1921 ve 1924 Anayasaları, işgal ve savaş koşullarının atmosferinde hazırlandı. 1961 ve 1982 Anayasaları ise, büyük ölçüde askeri darbelerin izlerini taşır. Kısmi olarak birçok kez yapılan anayasa değişiklikleri ise, “ ulusal vizyonu “ güncelleyip daha çağdaş hale getirme yerine, o anki iktidarların çıkarlarına hizmet etmek üzere yapılmıştır.
Geldiğimiz bu gün çağdaş bir anayasa ihtiyacı ortadadır. Üstelik mevcut haliyle bile Anayasa hiçe sayılarak keyfi uygulamalar sık sık tekrarlanmakta, Anayasa ile tanımlanmış organların işleyişi engellenmekte, hukuk baskı altına alınmaya çalışılmaktadır.
Dünün askeri vesayeti, yerini sivil vesayete bırakma yolundadır.
Ulusal vizyon ( ya da vizyonsuzluk ) toplumun tüm bireylerini etkilemekte, toplumun fertleri ülkede yaşanan kaosun nereye doğru gittiğini tam olarak anlayamamaktadır.
Ülkenin bir Anayasası, siyasi partilerin program ve tüzükleri olmasına rağmen, uygulamada bu vizyonsuzluk durumu sürmektedir. Anayasa ve hukuk kuralları, siyasi partilerin program ve tüzükleri mevcut ( yarı demokratik, ya da anti-demokratik ) haliyle bile fiilen uygulanmamaktadır.
Siyasi partilerin her biri, en doğrusunun kendi gittikleri yol olduğunu anlatarak, her fırsatta diğerlerini karalayarak tabanlarını şahsi hırs ve iktidarları uğruna tutma, ayrıştırma yolundan vazgeçmemektedir.
Parlamento dışı birçok farklı siyasi oluşumlarda da anlayış aynıdır.
Hedef ( vizyon ) yok, ama herkesin yolu doğru…
Kişisel çıkarlar, hırslar, gizli gündemler, yalanlar üzerine kurulu siyasi yapıların vizyonu ve yolu ne olabilir ki?
Bu karanlık tabloyu kimler bu hale getirdi?
Ben, sen, biz, hepimiz…
Çare, kaçıp uzaklaşmak mı?
Tam aksine, daha çok yaklaşmalı.
Her birimiz, pusulasız seyreden aynı geminin yolcularıyız.
Çocukların ve büyüklerin yazarı Lewis Carroll’un, ‘ Alice Harikalar Diyarında ‘ adlı kitabının bir yerinde şöyle anlamlı bir diyalog geçiyor ( birçoğunuz bilirsiniz ):
“ …Bir gün Alice, yürüyerek yolun çatallaştığı noktaya geldiğinde, ağaçta bir kedi gördü.
– Hangi yoldan gideceğim? diye sordu.
Kedi onu bir soruyla yanıtladı.
– Nereye gitmek istiyorsun?
– Bilmiyorum, dedi Alice.
– Öyleyse.. dedi kedi, hangi yoldan gideceğinin bir önemi yok.”

HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK

Tahminlerin ötesinde bir farkla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini kazanan Millet İttifakı, siyasetin önüne yeniden karılacak olan oyun kartlarını koydu.
Açılan yeni sahnedeki siyaset oyunu, öyle görünüyor ki yakın dönemde büyük değişikliklere gebe. Yerel bir seçim olsa da, sonuçları ülke siyasetini kaçınılmaz değişimlere zorluyor. İktidar ve muhalefet yeniden şekillenecek, dağılmalar, yeni ittifaklar aranacak, açılan yeni sahnede her parti daha uygun pozisyon almaya bakacak.
31 Mart’ta, az farkla da olsa muhalefet öne geçmişti. 17 yıldır ülke siyasetini, 25 yıldır İstanbul siyasetini elinde tutan iktidar, geride kalmış, İstanbul’la birlikte birçok büyük şehri de kaybetmişti. Sonucu kabullenmesi, içine sindirmesi kolay değildi. Bıraktığı anda, dalga dalga yaşanan depremin artçıları gelecekti.
Değişik itiraz ve bahanelerle, toplumun anlayamadığı gerekçelerle seçimlerin iptali için her yol denendi ve kimselerin içine sinmese de, yalnızca İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri iptal edildi.
Bu karar akıllara bir türlü yatmadı.
İtirazlara, yükselen toplumsal tepkilere kulak bile asılmadı. Daha öncekilerde yaşandığı gibi, değişik manipülasyonlarla toplumsal iradeye yön verilerek sonuç değiştirilmeye çalışıldı.
Ama olmadı.
Tam tersine, daha önce kendi adayını çıkaranlar da, sandığa gitmeyenler de, başka partilere oy verenler de başka illerden, tatil beldelerinden akın akın İstanbul’a koşarak, iktidar ve muhalefet cephesi arasındaki on üç binlik oy farkını yedi yüz binin üzerine çıkararak herkesi şaşırttı.
Bu nasıl oldu, böylesine bir doğal ittifak nasıl sağlandı?
Her şey, bir çocuğun çocukça, sonucunu tahmin edemediği bir sloganıyla başladı:
“ Her Şey Çok Güzel Olacak”
Kulaktan kulağa yayılan bu bir cümle her şeyi anlatmaya yetmişti. Projelere, vaatlere, nutuklara pek bakılmadı. Zaten büyük mitingler, gösteriler, reklam kampanyaları da yapılmadı.
Bu söylem, sanki kapıyı açıp milyonları bir sel halinde içeride bir alanda toplayan sihirli bir sözcük gibiydi.
Anket firmalarının çoğu sonucu çoktan görmüş, açıklamıştı. Ama yapacak bir şey yoktu.
Çaresizce atılan yanlış adımlar, muhalefeti daha da toparladı. Önü alınamayan bir sel haline getirdi.
23 Haziran akşamı; muhalefetin büyük bir oy farkı, seviyeli coşkusu ve alkışları eşliğinde sahne kapandı.
Ekrem İmamoğlu’nu, parti liderlerini, emek ve özveri sahiplerini kutlamak gerekir.
Sonuç; kollektif, örgütlü bir cephenin zaferi.
Topluma,” ötekilere” karşı üstünlüğün, ayrıştırmanın değil, birleşmenin, bütünleşmenin zaferi.
Açılan yeni sahnede, biriken, kangren haline gelen siyasi, ekonomik, sosyal sorunlar kapıda bekliyor.
Toplum, krizler sarmalından bir an önce kurtulmayı bekliyor.
Halk; siyasilere gerekli mesajı en açık haliyle verdi.
Ufukta umudu gölgeleyen sis bulutları dağılmış değil. Tehlikeli oyunlar, entrikalar, tehlikeler, zorluklar bitmiş değil.
Bundan sonrası çok da kolay olmayacak.
Ama umuda dört elle sarılın.
“ Her Şey Çok Güzel Olacak”

MUHALİF

Resmi öğreti dışındaki gerçek, yazılı tarih; efsanelerden oluşan, birbirinden kopuk olaylar yığını değil, biri diğerinin nedeni olan, zincirleme olarak diğerine dönüşen, toplumsal, sınıfsal çıkar çatışmalarının bir izdüşümüdür.

   Bugün, “ küresel efendilerin “ egemen olduğu bir dünyada; aşırı zenginlikle aşırı yoksulluk, bitmeyen savaşlarla barış ve huzur arayışları, baskı ve egemenliklere karşı demokrasi ve özgürlük mücadeleleri, doğa katliamlarına karşı çevrecilik, gericilikle çağdaşlık v.b. sürgit çatışma halindedir.

     Gelenekçi kültürün kıskacından kurtulmuş, bireysel çıkarlarının esiri olmayan, özgür dünyaya açılan yolcuları bekleyen önemli bir görev var:

“ Evrenin doğal seyrine, insan doğasına aykırı olan her şeye sonuna kadar muhalefet.”

     Aksi bir tutum; birer figüran olarak olayların, içinde olmadığımız bir hayatın peşine takılıp sürüklenmek, kayıtsızlık, bencillik, tembellik labirentinin içinde dolanıp çaresizce “ kurtarıcıları “ beklemektir.

     Nelere, kimlere karşı muhalifiz?

     Hayat ve toplumsal yaşam; sürekli olarak el uzatmamız, omuz vermemiz gereken görevler çıkarıyor karşımıza. Küresel dünya düzeninin kıskacında yaşıyoruz hepimiz. Evrenin, toplumların ve bireylerin geleceği güvenli değil. Doğada ve toplumlarda yaşam her an dört bir yanda yeniden filizlenirken; ihtiraslar, doymayan egolar, savaşlar, hastalıklar, yoksulluk ve açlık, içinde yaşadığımız evreni gittikçe daha fazla tüketiyor.

– Her geçen gün dünya servetinin ( emeğin üretiminin ) daha fazlasını tepedeki sermaye baronlarına aktaran küresel kapitalist sisteme ( emperyalist sömürgeciliğe ),

– Bağımsızlığı olmayan küresel işbirlikçi iktidarlara ve onun sağ, sol görünümlü destekçilerine,

– Tutarsız, ilkesiz, iktidar olmaktan uzak, toplumunu oyalayan, her türlü entrika ve provokasyonlara açık muhalefet partilerine,

– Gerçek halk iktidarının organları, kolları olması gerekirken, çürümüş bir siyasetin uzantılarına dönüşmüş sivil toplum örgütlerine, sendikalara, derneklere,

– Küçük şahsi çıkarları için rant ve talandan payını alma telaşındaki sermaye çevreleri, medya, basın ve yayın organlarının sahiplerine,

– Kalemini ve kariyerini pazara çıkarmış yazar, çizer, aydın geçinenlere,

– Zihinleri işgal edilmiş çıkarcı, gelenekçi, fanatik siyaset yandaşlarına,

– Doğa ve içinde yaşayan diğer canlı katliamlarına, Muhalifiz.

     Muhalif olmak ne demektir?

Demokrasi, muhalefetle gelişir. Küresel karartmalar, algı operasyonları, soygunlar, işgaller bilinçli muhalefetle durdurulabilir. Küresel gücün güdümündeki iktidarlar, muhalif görünümlü partiler, dernekler, sendikalar, bilimum NGO’lar tarafından kuşatılmış durumdayız. Muhalefet etmek; bunların hegemonyasından kurtulma umudunu sürekli canlı tutmak demektir.

      Muhalif olmak; aksilik, uyumsuzluk, oyun bozanlık değil, tam tersine insanca, onurlu, hümanist bir duruştur.

     Körü körüne değil, araştıran, düşünen, sorgulayan, üreten, ilkeli muhalefet esastır.

    Hedef; bireysel değil, örgütlü, toplumsal muhalefettir.

     Muhalif olmak; bir kenarda oturup doğru, yanlış sevkiyatı yapmakla değil, toplumsal yaşamın her alanına katılarak doğruları, yanlışları aramakla olur. Bunun tersi bir tutum; demagojilerle oyalanmak, toplumsal görev ve sorumluluklardan kaçmak demektir.

     Muhalefet; yakaladığımız iktidar organlarını elimizin tersiyle itmek de değildir. İktidar oluşumlarını yakaladığımızda, örgütlü, demokratik platformlarda yer aldığımızda sesimizi daha kolay duyurabiliriz. Ancak; amacımız “ ne pahasına olursa olsun iktidar olmak “ değildir.

    Unutmayalım; iktidar olduğumuz noktalarda bile muhalefeti koruma, onlarla sağlıklı diyaloglar kurma, onların sesine kulak verme görevimiz devam ediyor.

    Gerçek demokrasiye ulaşmanın başka bir yolu yok!

HAYAT BİZDEN NE BEKLER?

Bizim hayattan ne beklediğimiz mi önemli, yoksa hayatın bizden ne beklediği mi?

        Evrende bir kum tanesi kadar küçük olan, bizlere cömertçe sonsuz olanaklar sunan dünyaya, içinde yaşadığımız topluma; kul hakkı yemeden, kamuya ait olanı çalıp tahrip etmeden, karşılığını almadan neleri verdik?

    Yani; alın teriyle kazandıklarımızdan, malımızdan, mülkümüzden, eti, kemiği bize ait olanlardan.

    Ya da;

    Karşımıza çıkan fırsatlara başkalarından önce sahiplenme, üretmeden diğerlerinden daha çok tüketme güdüsüyle davranıp, mirasyediler gibi, insanlığın ortak malı olan neleri yiyip bitirdik?

    Konu karmaşık gibi görünebilir.

    İçinde savrulduğumuz yaşam koşulları, bizde kişiliğimizi şekillendiren doğru, yanlış, öznel düşünce ve duygular oluşturabilir. Her birimiz hayata, bize başkalarının açtığı değişik, puslu pencerelerden bakarız çoğu zaman. Geleceğe uzanan beklentilerimiz farklıdır.
    Toplumsal yaşamın içinde, uzanıp ta yakalamak istediklerimiz kimi zaman diğerleriyle barışçıl, ortak zeminlerde buluşsa da, çoğu zaman çatışmalara, sonu gelmeyen çıkar kavgalarına yol açabilir. Bireysel çıkarlar, ihtiraslar, pohpohlanan egolar; her birimizi başkalarına hükmetme, diğerlerini yenme, yok etme eğilimlerine sürükleyebilir. Bir şekilde ele geçirdiğimiz ayrıcalıklar; gözlerimizi ve zihinlerimizi köreltip etrafımızda yaşanan toplumsal travmalara kayıtsız kalmamıza, sırtımızı dönmemize neden olabilir.
     Geriye doğru dönüp baktığımızda; gittikçe artarak günümüze kadar uzanan, servet, mal, mülk olarak kurumsallaşmış, bireysel daha çok sahip olma güdüsünü ve aç gözlülüğünü yenemediğimizi görüyoruz. Toplumlara, sınıflara, katmanlara bölünmüş, aynı sınıf ve katmanların değişik egolara, çıkarlara, inanç ve etnik kimliklere göre ayrıştırılmış bireyleriyle bir kaos içinde yaşıyoruz. 
    Oysa hayatın cömert kolları; hepimizi kucaklamaya yetecek güzellikler ve zenginliklerle doludur. Öyle ki; yaşadığımız dünya sadece biz insanlara değil, üzerinde yaşayan tüm canlılara yetecek kadar geniş, sınırsız olanaklar veriyor.
    O halde; hiç bitmeyecekmiş gibi bolluk ve refah sunan bizim dışımızdaki hayatın bizden beklediklerine, zaman zaman da olsa dönüp bakmak gerekiyor. Aksi takdirde dünyanın ve toplumsal yaşamın gittikçe bozulan dengeleri karanlık bir meçhule doğru sürüklenecektir.
    Dünyayı ve yaşadığımız hayatın alt üst olan dengelerini; karşılığında hiçbir şey vermeden sonsuza dek sömürerek, tahrip ederek, acımasızca yok etme savaşlarına girerek yeniden olması gereken doğal haline döndüremeyiz.
    İnsan olarak bizlerden hayat ne bekliyor?
    İnsanı insan yapan nedir?
    Pisikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, İkinci Dünya Savaşı sırasında, yaşamının bir kısmını Nazi toplama kamplarında ölümü bekleyerek geçirir ve şans eseri imha edilmekten kurtulur. Babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı bu toplama kamplarında öldürülmüştür. Dr. Frankl; toplama kampında yaşadığı acı deneyimlere dayanarak tüm bir yaşamı sorguladığı “ İnsanın Anlam Arayışı “ adlı eserinde, hayata ve insana dair bu soruları şöyle yanıtlıyor:
    “ Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.”
    İşe nereden başlamalı?

    Elbette ki, insan önce kendinden başlamalı.

    Daha huzurlu, ayrımcılığın ve aç gözlülüğün olmadığı bir dünya 
 dileğiyle.