Kategori arşivi: Diğer

KÜRESEL DÜNYANIN YENİ DÜZENİ

Küresel ( emperyalist ) toplum ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada, haksızlıklar, adaletsizlikler, yokluklar, yoksulluklar ve yasaklarla dolu da olsa, küçük adacıklarda sığındığımız bireysel, küçük dünyalarımızda yalancı mutluluklar peşinde koşarken, nereden geldiği meçhul bir virüs salgını hayatlarımızı alt üst etti.
Sermayenin, üretimin, teknolojinin, ulaşımın, iş gücünün, sosyal yaşamın çoktan küreselleştiği bir dünyanın yeni farkına varıyoruz. Şaşkın ve çaresiz bir ruh hali içindeyiz.
Çoğumuzun beklemediği, bazılarımızın ise zaten bildiği, ardı arkası kesilmeyen küresel ekonomik krizler, savaşlar, işgaller, ölümler, algı oyunları bugün bir virüs salgını yoluyla, başka bir şekilde sahneleniyor. Salgının birileri tarafından mı yayıldığının yoksa kendiliğinden mi ortaya çıktığının bugün için fazlaca bir önemi yok.
Küresel oluşumların ve faaliyetlerin, dünyanın en ücra köşelerindeki bireylerin yaşamına girdiği bir ilişkiler ağında, bu salgının nereden geldiği üzerine kurulu komplo teorileri ( gerçekse ) elbet günün birinde aydınlanacak. Şu an yalnızca bu konuya odaklanıp, bu salgın felaketinin ardından kurulacak yeni dünya düzeninin nasıl olacağı, nelerin değişeceği konusunu gözlerden uzak tutma gafletine düşülmemelidir. Salgının yol açtığı ölümler ve yayılmasını önlemek için insanların evlerine hapsedilerek izole bir hayata mahkûm edilmesi, küçümsenecek, basit bir durum değildir. Ne var ki, bu zorunlu mahkûmiyetin yol açtığı üzüntülerin, sıkıntıların, gelecekte bizi bekleyen büyük sorunlara çare arayışlarının önüne geçip bizi çaresizliğe sürüklemesine izin vermeyecek sağlıklı ruh halini de korumak gerekiyor.
Virüs felaketinin nereden çıktığına yanıt ararken, nelere yol açabileceği ve ardından nasıl bir dünyanın şekilleneceği konularına yönelerek daha sağlıklı, daha somut ipuçlarına ulaşabiliriz.
Yaşadıklarımız; küresel dünya düzeninin restorasyonu ve kendini yeniden güncellemesi için fırsatlar yaratmıştır. Bildiğimiz, yaşadığımız küresel egemenlik ilişkileri devam edecek ama birçok şey değişerek dünya çıkmaz sokaklara sürüklenip yeni bir düzene doğru evrilecektir.
Neler değişecek?
* İnsan yerine robot teknolojisi biraz daha öne geçerek emeğin üretimdeki yeri daha da azalacaktır. Ücretsiz, sendikasız robotlar sermayenin kazançlarını artırırken, işsizler ve açlar ordusu çoğalacaktır.
* Ortaya çıkacak ekonomik kriz, ulusal ekonomileri çökerterek küresel ekonomiye bağımlılığı artıracaktır.
* Daralan dünya ekonomisi içinde iflas eden, değer kaybeden şirketler ve pazarları el değiştirecektir.
* Ekonomisi çöken ya da zayıflayan ülkelerin sermaye ve borçlanma ihtiyacı artacaktır.
* Salgın felaketi nedeniyle ölen yaşlılara ve kronik rahatsızlığı olanlara ödenecek sağlık, sigorta ve maaş giderleri ( güya ) azalacaktır, ama işsizlik ve ekonomik kriz nedeniyle fiziksel ve ruhsal sağlığı bozulacak bireylerin sayısı artacak, toplumsal kaos derinleşecektir.
* Oluşan korku toplumları ile insanlar arasındaki örgütlenme ve sosyal ilişki güdüleri zayıflayacaktır.
* İnsan yerine ikame edilen robot ve bilişim teknolojisi ile toplumların ve bireylerin kontrolü kolaylaşacaktır.
Görüldüğü gibi, virüs salgınını kimin yarattığından çok nelere yol açacağı ve kimlere yarayacağı konusu daha çok şeyi aydınlatıyor. Küresel sermaye, salgını ve dünyanın yaşadığı felaketi fırsat bilerek yeni kazançlara, yeni olanaklara doğru koşacaktır.
Küresel sermayenin bir ulusu, bir iktidarı, sonuna kadar arkasında durduğu liderleri, temsilcileri yoktur. Dünya, çok uluslu satranç tahtasındaki hamlelerle yönetilir. Krize giren ekonomiler, batan şirketler, toplu katliamlar ve ölümler hangi ülkeye ait olursa olsun yalnızca satranç oyununun hamlelerine hizmet eder.
Elbette bütün bu gelecek tasarımları, küresel sermayenin arzu ettikleri, planları, oyunlarıdır. Karşısında ise koskoca bir dünya ve toplumların bireyleri vardır.
Çareler nelerdir?
* Bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu küresel ekonomilerin uzantıları olan ülkelerde yönetimler değişmeli ve yerini ulusal, yerel topyekûn kalkınma modellerine dayalı yönetimlere, uygulamalara bırakmalıdır.
* Toplumlardaki bireysel rant, aç gözlülük ve daha çok kazanç hırsı üzerine kurulu egemenlikler yerini insana, doğanın korunmasına ve demokrasilere bırakmalıdır.
* Metropollerin gökdelenlerinden çıkıp kırlara, dağlara dönülmelidir yeniden. Tarlalar ekilip ürünler çoğaltılmalı, fabrikalar, makineler, teknolojiler bozkırlara taşınmalıdır.
* Hoyratça geride bırakıp terk ettiğimiz bereketli Anadolu topraklarına yeniden dönülmelidir.
Unutmayın!
Karanlıktan daha güçlü, aç gözlü canavarların saltanatlarına son verecek umut ışığı da yükseliyor.
Karanlıkların ardı hep aydınlıktır.
6 Nisan 2020

CORONA VİRÜSÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

CORONA VİRÜSÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Günlerdir son teknoloji ürünü bilim kurgu filmlerinden birini izler gibiyiz.
En baştan söyleyelim: Paniğe gerek yok.
Bir süredir televizyon ve sosyal medya paylaşımlarını işgal eden Corona virüsü ve etkileri ile ilgili yayınlara, virüsün yayılması ve kayıplar konusunda verilen rakamlara ve alınan önlemlerin gerçekliğine rağmen paniğe gerek yok.
Geçmiş yıllarda, kuş gribi, domuz gribi gibi paranoyaları yaşattılar. Merak edenler, geçmişte çok daha fazla insan kaybına neden olan hastalık ya da virüslerle ilgili bilgilere ve istatistiklere internet arama motorlarından kolayca ulaşabilirler.
Söylediklerimiz; hiçbir kaygıya kapılmadan, yaşantımızdaki olumsuz sağlık ve hijyen kurallarını sürdürmeye devam anlamı taşımıyor. Toplumsal ve bireysel sağlık ve hijyen kurallarına bağlılık yönünden bir hayli gerilerde olduğumuzu kabul etmeliyiz.
Neye, kimlere göre gerilerdeyiz?
Tartışılabilir.
Ancak; ölçü hâlâ geçmiş çağları yaşayan ilkel, yarı ilkel toplumlar ve onların bireyleri değil, ekonomik ve kültürel yönden gelişmiş toplumlarda yaşayanlar, bilimin ve tıbbın yakın takipçisi bireyler olmalıdır. Bu da, kısaca ekonomik refahla, toplumsal bilinç ve kültürle ilgilidir. Bir çırpıda bu konuda ilerleyip mesafe kat etmek kolay değil.
Corona virüsü ile ilgili çok farklı değerlendirmeler olabilir.
Bütün dünya ülkelerini etkileyen bir salgın olarak görülebilir. Ne de olsa küresel bir dünyanın ilişki ve çelişkiler ağı içinde yaşıyoruz. Şu an neredeyse tüm dünya ülkelerinin gündemi, bu tam olarak anlaşılamayan, koruyucu, iyileştirici aşısı henüz bulunup kullanıma girmeyen virüsle mücadele.
Corona virüsü; küresel ilaç şirketlerinin, istihbarat örgütlerinin komplosu diyenler de var.
Acaba yaşananların arkasında dünyada kıyasıya yaşanan ekonomik bir savaş, bir egemen olma mücadelesi mi var?
Yaşanan virüs salgınını fırsat bilip toplumları, bireyleri arzu ettikleri dünya düzenine doğru sürüklemek isteyen egemen güçler olabilir mi?
Tarihte, geçmişte yaşananlara baktığımızda, bizi komplo teorilerine götüren izler, ipuçları tümden kaldırılıp bir kenara atılacak cinsten değil. Karartılmış, karanlıklarda bırakılmış bir yığın soru var.
Afganistan, Irak ve Orta Doğu işgallerinin, onların da öncesinde 11 Eylül komplolarının arkasında ne kadar ekonomik, politik nedenler aramak gerekiyorsa, Corona gündeminin gerisinde de ekonomik, psikolojik bir savaşın izleri aranabilir.
Yaşananlar ve gerçek olan ölümler de bu kuşkuları yok etmez.
Corona virüsünün, güç ve istihbarat savaşları sonucu laboratuarlarda üretilip pazarlandığına ilişkin komplo teorileri yayılıyor.
İstihbarat örgütlerinin komplolarını tam olarak, kolayca aydınlatma olanağı yok. Bir dönem yayınlanan Wikileaks belgeleri bile ABD ve CIA’nin dünyadaki komploları konusunda tam bir inandırıcılık sağlayamadı.
İstihbarat örgütlerinin komploları, tam olarak aydınlatılamasa da geride kuşkular ve yanıt bulmayan sorular kalır. Komplo teorilerinin kaynağı da daha çok bu kuşkular ve sorulardır.
Küresel dünya düzenini iyi tanıyanlar ( özellikle konuyla ilgili araştırma yapanlar) bu komplo teorilerine daha yakındır. Konunun uzağında olanlar ise, bugün bir yerlerden duyduklarını, okuduklarını yarın unutup giderler.
Gündemdeki Corona virüsü de kısa bir süre sonra ( ya bir ilaç piyasaya sürülüp” çare “ üretilince, ya da sıcakların başlamasıyla) gündemden kalkar, unutulur, yok olur gider.
Tıpkı öncekiler gibi.
Ne var ki; aklımızı, beynimizi ve de ruhsal yapımızı esir alan, bizleri şuursuzlaştıran, asıl “ virüsler “ kolayca yok olmaz.
Komplo teorileri bir yana…
Gerçekleri bazen kitaplardan, çoğu zaman da yaşamın kendisinden öğreniriz. Corona virüsü olayında, sağlık ve hijyen kuralları dışında da pek çok şey öğreniyoruz.
Hırs, ihtiras, yüksek ego, ilkel gurur, ilkel öfke, tüketim çılgınlığı, ruhsal kirlilik gibi hastalıklarımızla yüzleşmeyi ve de yaşama aslında pamuk ipliği ile bağlı olduğumuz gerçeğini öğreniyoruz.
Daha da öğreneceğiz.
Asıl kriz, Corona virüsünün yarattığı kâbustan çok alt üst olan ekonomilerde yaşanacak gibi görünüyor. Özellikle de bizim gibi “ ekonomik virüslere “ pek dayanıklı olmayan ekonomilerde.
Dünya ve ülkemiz, eğer sağlıklı, akılcı tedbirlere yönelmezse, tarihi bir ekonomik krize doğru sürüklenebilir.
Dünya, yeni bir düzene doğru yol alabilir.
Küçük dünyalarımızdan çıkıp uyanmanın vaktidir.
Küreselleşme kılığına bürünmüş emperyalizm çağı devam ediyor.
21 Mart 2020

UMUDA SARILMAK

UMUDA SARILMAK

İçine düştüğümüz gezegenin fırtınalı denizlerinde esen kasırgaların öfkesine kapılıp, meçhule doğru sürüklenircesine yol alıyoruz.
Herkes kendi derdinin girdabında savruluyor. Kimse kimseyi göremiyor. Kimse kimseye el uzatmak istemiyor. Uzattığı eli tutanın bir okyanus canavarı gibi kendisini de okyanusun derinliklerine doğru çekeceğini düşünüyor. Korkup kabuğuna çekiliyor. Korkuların gölgesinde karanlıklara, daha karanlıklara sığınmaya çalışıyor.
Maske takmış yüzlerse, maskeli bir balonun görkemli ışıklı salonunda yalancı mutlulukları, sevinçleri, boş gülücükleri oynuyor.
Türkiye’nin genel manzarası gibi Ege’nin İzmir’i ve çevresi de bu karamsar havanın etkisi altında. Oysa bu güzelim kentin turizm potansiyeli bir yana, hemen etrafındaki Gediz ve Menderes nehirlerinin yanı başında uzanıp yer yer ufukta kaybolan ovalarında insanoğluna cömertçe bereket ve bolluk sunuluyor. Dünyanın yılda üç ürün alınabilen nadir bereketli toprakları bu bölgede yer alıyor. Küçük ve orta ölçekli sanayi siteleri ise, Ege’nin, İzmir’in görece çağdaş ve eğitimli nüfusuna istihdam olanakları sunuyor. Ne var ki, bu zenginlik hep aynı yerlere, hep aynı birikmiş servetlere doğru akıp gittiği için bölge insanı aradığı mutluluğu yakalayamıyor.
Yıllardır küçüle küçüle, gerileye gerileye, bir zamanların kendi kendine yetebilen çok az sayıdaki ( beşi, onu geçmeyen ) ülkelerinden biri olan Anadolu coğrafyası gibi Ege bölgesi ve İzmir kenti de yaşanmakta olan çok yönlü toplumsal sorunların içinde kıvranıyor.
Bölge turizmine çakılan neredeyse bir çivi bile yok. Yıllara göre turizm gelirlerinde küçük artışlar olsa bile, bunun GSYİH’daki ( tüm üretim gelirleri içindeki) payı gittikçe düşmüştür. Oysa istenirse, denize kıyısı bile olmayan Eskişehir gibi bir Anadolu kentinde bile çok iyi şeylerin yapılabileceği kanıtlanmıştır.
Söke, Aydın, Manisa, Kemalpaşa, Menemen etrafında uzanan tarımsal alanlarda üretim durma noktasında. İç kısımlardaki dağlık bölgelerde ise genç nüfus hemen hemen yok gibi. Başka yerlere, umut peşinde dört bir yana dağılmış. Ürettiği ürün geçimini sağlamayan tarım üreticisi başka işler, başka geçim kapıları aramak zorunda bırakılmıştır.
Hayvancılık ise tüm Anadolu coğrafyasında bitirilmiş durumda. Sanayi ürünleri gibi tarım ve hayvancılık ürünlerinin birçoğu dışarıdan, başka ülkelerden geliyor.
Ülke ekonomisinin yıllık büyüme oranının yeterliliği, artan nüfus yüzdesi, dış borç, gelir dağılımı, tarım, hayvancılık ve sanayi, turizm gelirlerindeki artış, tüketim alışkanlıklarındaki değişme gibi göstergelerle ve de küreselleşmiş dünya ekonomisiyle birlikte ele alınıp değerlendirilmedikçe, ülkenin ekonomik açıdan nereye doğru yol aldığını doğru olarak görme olanağı yok. Halk yığınlarının çoğunluğunun ise, bu kadar karmaşık verilerle ne uğraşacak zamanı ne de doğruları tam olarak kavrayacak kılavuzları var. Organize olmuş” algı operatörleri” doğruları, gerçekleri istedikleri şekle sokup, uyuşturucu müptelalarına istediğini temin eden uyuşturucu tacirleri gibi her yerde kol geziyor.
Siyasilerin sunduğu birbirinden kopuk, tek yönlü, üstü örtülü, pembe büyüme ve refah tablolarının ise geçim derdindeki halk yığınları için ( aldatılmaktan başka ) bir anlamı yok.
Yaşam ise durmuyor. Her gün yeni bir gün doğuyor. Nüfus artıyor, yeni iş ve aş alanlarına duyulan ihtiyaç çığ gibi büyüyor.
Her şeye rağmen umutlar tükenmez.
Çıkılan her yolculuk, ( ne yöne olursa olsun ), her yeni başlangıç ( ne iş olursa olsun ) filizlenen yeni bir umuttur.
Karanlıklardan çıkıp ona sıkıca sarılın…
22 Şubat 2020

YENİ BİR YILA GİRERKEN

2020’ye girmek üzereyiz…
Toplum olarak, toplumun bireyleri olarak bizleri nasıl bir yıl bekliyor?
Birey ve aile olarak yakın, uzak ufkumuzda neler görünüyor?
Bizi kuşatan çevre; mahalle, şehir, ülke ve de gezegenimiz nereye doğru yol alıyor?
Birey olarak rahat ve huzurumuz yerinde olabilir.
Şimdilik belki durumu idare ediyor, yaşadığımız ortamda, ülkede ve dünyada olup bitenlerden diğerleri kadar etkilenmiyor olabiliriz.
İleriye doğru baktığımızda, küçük mutluluklarımız için bizi bekleyen olanaklar henüz tükenmemiş olabilir.
Unutmayalım!
Toplumsal huzur, refah ve barış olmadıkça, küçük, bireysel mutluluklarımızın hiçbir güvencesi yok.
Bana ne diyemeyiz.
Yaşamın her birimize yüklediği toplumsal sorumluluklardan kaçamayız.
Toplumsal açıdan ileriye doğru baktığımızda, “ yalanlar ve algı oyunları “ ile etrafımız örülmüş olmasına rağmen, sisli ufuklarda beliren ve gittikçe netleşen bir gerçek, bir “ büyük resim “ var:
Siyaset; ( iktidarıyla, muhalefetiyle ) toplumsal gelişmenin önünü tıkıyor.
Birikmiş sorunların kangren olmadan çözüme kavuşturulması için, yeni bir iktidar ve yeni bir muhalefet anlayışına ve pratiğine ihtiyaç var.
Ekonomik açıdan, hemen her sektörde üretim durma noktasında.
Henüz yitirilmemiş olanlarla, elde kalanları satıp savarak ayakta kalmaya çalışıyoruz. Ancak, zirveye çıkan tüketim alışkanlıkları ve artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap veremiyoruz.
Uzun yılları borçlanarak kalkınma aldatmacasıyla harcayıp tükettik. Gerçek anlamda ülke kalkınmadı, refah artmadı. Küresel baronların çok uluslu şirketleri ile yerli bir avuç azınlık kalkındı, servetlerine servet kattı. Dış borçlar artık çevrilemeyecek, üzerine daha fazla eklenemeyecek boyutlara ulaştı.
Ranta ve bol kazanca alışan azınlık, gelir musluklarının azalması karşısında, kalan ülke varlıklarının yabancılara daha da satılmasına aldırmadan, yeni ‘ yap, işlet, devret ‘ modelleri keşfederek yabancı şirketlerin taşeronluğu ile ayakta kalmaya, servetlerini çoğaltmaya devam etmek istiyor. Hem de tükenmeyen bir iştahla.
Şuursuzca tüketime alıştırılan, borç batağındaki orta ve alt gelir gurubundakiler ise isyan ediyor.
Elde kalanlar ve yapılacak tasarruflarla tarım, hayvancılık ve rekabet potansiyeli taşıyan imalât sektörlerini “ ulusal bir kalkınma modeliyle “ kararlılıkla ayağa kaldırmak yerine, küresel sermayenin oyunundan başka bir şey olmayan alt yapı ve inşaat yatırımları tuzağına düşmeye devam ediyoruz.
İstanbul’a yapılması düşünülen su kanalı projesi bunun son örneği.
Yabancıların çok uygun koşullar ve devlet garantileriyle gireceği, olumsuz örneklerini daha önce defalarca gördüğümüz böylesine zamansız ve anlamsız bir projeden, siyasetle içli dışlı olan, rantiyeci taşeron firmalar umut bekliyor.
Ülkenin kalkınması ve refahı için harcanacak milyarlarca doları, alt yapı yatırımlarına yönlendirerek, lüks ve şatafata koşarak, Suriye bataklığı tuzağına düşerek harcadık. Şimdi de İstanbul’a su kanalı gibi, ekonomik, sosyal, ekolojik, diplomatik riskler taşıyan başka bir projeyi tartışıyoruz.
Yeni yılın hemen başında ise Libya’ya asker gönderme konusu gündemde.
Ülke nereye doğru gidiyor?
Tuzu kuru, üstün körü eğitim ve öğrenim görmüş, aklını ve kalemini yalana, dolana kiralamış “ sahte aydınlar “, her gün medyada, sosyal medyada ahkâm kesiyor, halkı hakir görüp aşağılıyor. Cehaletle, vurdumduymazlıkla, körlükle suçluyor.
Yerel seçimlerde, gecikmeli de olsa, oraya buraya savrulsa da halk üzerine düşen görevi yerine getirdi ve kötü gidişe dur deme yolunu seçti.
Bu geleceğe dönük bir umuttur.
Ne var ki, merkez siyaset toparlanıp rotayı bir türlü doğrultamıyor.
Hepimizin içinde seyir halinde olduğu gemi hızla kayalıklara doğru yol alıyor.
2020’ye girerken; siyasi istikrar, artan üretim, kalkınma, adalet ve gelir dağılımı, refah, mutluluk ve barışa dair güzellikleri sıralamak, iyi şeyler söylemek vardı.
Olmadı.
Dil dönmedi, kalem yazmadı.
Güzel şeyler hiç mi yok?
Elbette var.
Neler mi?
Henüz tükenip kaybolmamış umutlar ve hayaller.
Umut, barış ve sevgi dolu bir yıl dileğiyle…
27 Aralık 2019 

YAZMA SANATI

Yazım işi bir sanattır. Yazmak; okuyup yazdıkça ustalığa, bu sanatın inceliklerine, derinliklerine götüren uçsuz, bucaksız gökyüzüne doğru bir yolculuğa benzer.
Yazmak; kimine göre bir iş, bir meslek, kimine göre bir tutkudur. Kimine göre de, alaca karanlıkta tutunacak bir umut ışığıdır.
Gabriel Garcia Marquez; bir anlatma, bir yaşama biçimi olarak görüyor bu tutkuyu. “ İnsanların yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır “ diyor, Anlatmak İçin Yaşamak adlı anı romanında.
Sait Faik; alışkanlığa, neredeyse bir mahkûmiyete dönüşen bu tutkuyu, “ Haritada Bir Nokta “ adlı öyküsünde daha bir yalınlıkla dile getiriyor. “ Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt, kalem aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Jean-Paul Sartre ise; edebi açıdan öykü, roman, makale gibi düz yazı sanatında “ İm”lerin egemen olduğu, şiirin ise ayrılarak resmin, yontunun, müziğin yanında yer aldığı ayrımına inanır. İnsanın kendisi için yazması diye bir şey olmadığını ileri sürerek, yazma tutkusunun toplumsal yönüne dikkat çeker.
Şiirin temsilcilerine göre ise yazmak; kimi zaman bir yakarış, kimi zaman aşkın, kimi zaman da umudun, hasretin ve direnişin yazıya dökülmesidir.

Düz yazı sanatında çoğu öyküler, romanlar; ya diğer insanların tanık olduğumuz yaşamlarından doğar, ya da başkasının anlattığı, yazıp bir köşede bıraktığı, henüz hayat bulmamış yazılardan. Bazen etrafı, yaşanılanları gözleyip yazacak bir konu bulup çıkarırız, bazen de yazmaya değer konular kendiliğinden önümüze gelir.
Anı roman veya öyküler de vardır. Ancak, çoğu yazar kendini anlatmayı, basit, sıradan, biraz da kişisel bulur.
Hem kendi yaşam öykünü kaç kez yazabilirsin ki?
Edebiyatın en önemli ürünleri olan öyküler ve romanlar; konularının çok çeşitli, yazarın hayal dünyasına göre neredeyse sınırsız olmasının yanı sıra, uzunluklarına göre de çok farklı özellikler gösterirler. Doğa, toplum ve insanın iç dünyasının derinliklerine inen konularda yazılan öyküler, birkaç sayfadan oluşabileceği gibi, onlarca sayfaya kadar da uzanabilir. Romanlar ise daha uzun, daha kapsamlı olup, içinde birbiriyle bir şekilde bağlantılı birçok öyküyü barındıran bir zenginliğe sahiptir.
Öykü, roman ayrımı, konuların yazarına ulaşma şekli, uzunluk, kısalık, ortaya çıktığı ortam ve koşullar eserlere henüz içi doldurulmamış bir kimlik kazandırır, önemlidir.
Edebi eserlerde tüm bunlar, bir bakıma yazının tasarımı olarak görülebilir.
Her öykü ve roman yazarı; yayınlanmış birçok eseri bu açıdan inceleyip, görüp, algıladıklarının bir bileşkesi olarak kendine göre bir yazım tarzı edinir. Bu ise; sözcükler, cümleler, diyaloglar, noktalama işaretlerinden oluşan bir ustalığa karşılık gelir.
Yazım tasarımı ve tarzı gözetmeden, çalakalem, salt duygusal dürtülerle yazılanlar kısa sürede söner, yok olup gider.
Ne akıcı, zevkle okunan bir dil, ne konu, ne de noktalama işareti kaygısı gütmeden her gün “ piyasaya “ sürülen onlarca, yüzlerce, estetikten yoksun “ edebi ürün “ görüyoruz. Ne yazık ki; gökteki yıldızlar gibi yanıp kaybolan yazın eserlerinin istilası altındayız. Yaşadığımız toplumsal çıkar ilişkileri, bu alanda dolananları kaçınılmaz olarak kirli, kör bir labirente doğru itmektedir. “ Fırsat ele geçmişken, hazır popüler olmuşken, ben de bir şeyler yazıvereyim “ düşüncesi salgın bir hastalığa dönüşmüş durumdadır.
Yazma sanatının yüzü insana ve topluma dönüktür. Yazılanlar insan ve toplumla hayat bulur.
Entelektüelliğin yerine bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, sıradanlığın, çıkarcılığın egemen olduğu günümüzde okuyucu kitlesi ise apayrı bir inceleme konusu. Sosyal medya paylaşımları, popüler olanın peşinde gitme, özet, kısa alıntılarla yetinme, zahmetsizce okuma yolları revaçta.
Böylesine ucuz bir yayın borsası, yazım dünyasını hareketlendirip bu alana ilgiyi artırır gibi görünse de, ortaya kalıcı eserler bırakıp geleceğe aktarmayı zorlaştırmakta, “ işin kolayına kaçma “ düşüncesini beslemektedir. Daha da önemlisi; bu işin basit, sıradan bir faaliyet olduğu anlayışı yaygınlaşarak, okuma, yazma işi önemsiz hale getirilmektedir. Bunun yerini, internet bilgileri, sosyal medya özetleri, dergiler, hazır şablonlar, pratik bilgi kırıntıları, yüzeysel algılama alışkanlıkları almaktadır. Hayatın, derin ve çok boyutlu gerçek yüzü görülememektedir. İşin doğrusu; yüzeysel bilgiler yerine derinlere dalıp yaşamın gizli sırlarını yakalayabilmektir.
Yazım dünyasına adım atanlar için, çok okuyup az yazmak başlangıç için idealdir. Yüzyıllardan, tarihin derinliklerinden bu yana süzülüp gelen, hâlâ canlılığını koruyan eserlerin hiç değilse önemlice bir kısmını okuyup incelemeden bu alanda yol alma, kalıcı olma şansı ne yazık ki yok.
14 Aralık 2019

DEĞİŞİM VE POPÜLER YAŞAM

Dünyadaki toplumsal değişimlerin tarihsel dinamiğini kavrayıp ona sevgiyle sarılanların yanı sıra, bilerek veya bilmeyerek ayak direyenlerin iç içe yaşadığı bir karmaşanın çıkmaz labirentlerinde yol alıyoruz. Günübirlik yaşamın ritmine kapılıp dün yaşanmamış, gelecek yokmuşçasına, ufukta kaybolup yeniden doğan güneşin göz kamaştıran büyüsüne kapılıp bir adım öncesini ve sonrasını göremiyoruz.
Oysa anılar dışında daha düne ait olan ne varsa bir bir yok olup gidiyor. Gecenin alaca karanlığından yeni bir gün doğuyor.
Kulağımıza nereden geldiği belirsiz bir fısıltı “ Böyle gelmiş böyle gider. “ dese de, gelenle giden sürekli yer değiştiriyor.
“ Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. “ diyor, M.Ö. 500’lü yıllarda Efes’te yaşamış olan filozof Herakleitos. Bir başka deyişle de bunu “ Bir nehirde iki kere yıkanılmaz. “ diye özetliyor.
13. yüzyılda yaşamış Mevlana ise ; “ Şu akıp giden kum seline bak, ne durması var ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya, nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini. “ diye anlatıyor bunu.
18. ve 19. yüzyıllarda, hareket ve değişimin yasaları ortaya çıkarılıyor.
Alman filozofu Hegel, “ Diyalektiği “ formüle ediyor, ancak maddedeki değişimlerin ruhtaki değişimlerden ibaret olduğuna inanıyor. Ona göre evren, maddeleşmiş düşüncedir.
Hegel’in ardı sıra gelen Marx ve Engels ise; düşüncenin hareketini başlatan kaynağın madde olduğu teziyle, Hegel’in idealist diyalektiğini doğru bir yörüngeye oturtuyor ( Materyalizm ).
Doğayı, toplumu ve kendisini ön yargısız, dikkatlice gözlemleyen, bilimsel düşünceye bağlı birisi, kendisi dahil evrende her an, her şeyin değişmekte olduğunu görür, kabul eder. Değişimin sonsuza doğru yolculuğunu anlatan yasalarına inanır.
Değişim, zamana ayak uydurmak, uyum sağlamak için önümüzde uzanan bir yoldur. Yer yer engebeli, engelli, maceralarla dolu zorlu bir yol. Düzlüklere, uçsuz bucaksız yeşil ovalara varma olasılığı da var, bataklıklara dalıp kaybolma olasılığı da.
Değişme, değiştirme kaygısı olmayanlar da var, değişimi kendi dışında arzu edenler de. Bu, “ o görkemli egolarımızı “ olduğu gibi koruma refleksine dayanır bir bakıma. Değişim, aynı zamanda egolarımızın küçülerek geri plana itilmesini sağlayacağı gibi, azgınlaşarak tehlikeli boyutlara yükselmesi riskini de taşır.
Değişme korkusu bu nedenledir.
Genel anlamda bakarsak; günümüzde değişime, doğanın, toplumun ve bireylerin doğal gelişim seyrine uygun, sağlıklı kültürel birikimler yerine, dünyayı alt üst eden “ depremlere “ yol açan küresel kapitalizmin yarattığı “ popüler kültür “ damgasını vuruyor.
Herkes, şuursuzca popüler kültürün üretip dayattığı popüler yaşam tarzına doğru koşuyor.
Kapitalist ilişkiler düzeninin her geçen gün yeni ambalajlarla süsleyip “ piyasaya “ sürdüğü popüler yaşam tarzının ise bir tek amacı var: Pazarı ve tüketimi sürekli canlı tutup daha çok kazanmak.
Parası olan, daha çok kazanıp daha çok servet sahibi olmanın yollarını arıyor. Evi, arabası olan bir yenisini, bir yenisini daha alma, elinde ihtiyaçtan fazla eşyası olanlar eşyalarını, giysilerini henüz kullanım süreleri bitmeden yeni model, yeni moda olanlarla değiştirme peşinde koşuyor. İşi gücü olanlar ( ve de olmayanlar ) çalışmadan, üretmeden bir an önce daha iyi yaşam olanaklarına kavuşma hayalleri kuruyor.
Her birimiz, kavgasını verip bedel ödemeden daha çok özgürlük istiyoruz.
Daha çocuk yaştakiler; çocukluğunu yaşamadan popüler dünyaya hemen adım atmak, bir an önce yıldızlara ulaşmak, para, ev, araba, şöhret, sevgili sahibi olmak istiyor.
Orta yaşları geçmiş, yaşamın son çeyreğine gelmiş olanlar; bulundukları yaşın güzelliklerini bir yana itip, yeni “ imajlarla “ popüler gençliğe, popüler modaya yöneliyor.
Herkes birbirine bakarak adeta yarıştırılıyor, herkes birbirine benziyor, kendisi olmaktan çıkıyor.
Popüler yaşamın göz alıcı, sahte ışıltılarına dalıp yine de mutlu olamıyoruz.
Değişim; yaşamın değişmez bir kuralı, sonsuza doğru uzanan bir yolculuğudur. Değişime ayak uydurmak, iyiye, güzele doğru giden hoş bir serüven olsa da, sırrına ermemiz gereken: Doğayı ve insanı tüketen popüler yaşamdan elden geldiğince uzaklaşarak bunun nasıl başarılacağıdır.
5 Aralık 2019

DEMOKRASİ VE KAOS YÖNETİMİ

Son günlerin siyasi gündemine suni bir şekilde sokularak, yaşanan toplumsal sorunları bir süreliğine perdeleyip dikkatleri dağıtma ve siyasal rant kazanma amacı güden “ Saraya giden CHP’li “ vakasının tartışmaları bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Yeni bir suni gündem ortaya atılana kadar.
Siyasetin yakın plan çekim alanına giren, partiler, liderler ve bağlantıları üzerine kurulu pratiği; konuya yüzeysel bakan kitlelerde daha çok ilgi uyandırsa da, arka planda, perde gerisinde ustaca gizlenen “ Büyük resmi “ algılama gibi bir sorumluluğumuz var.
Ekonomik sıkıntılar yaşanıyor, gelecek endişeleri artıyor. Her geçen gün değişik versiyonlarla projelendirilip yapay gündemler oluşturuluyor. Terör ve savaş tehlikeleri ile her yana korku salınıyor. Sürekli enjekte edilen bir uyuşturucu gibi, düşünce sistemini felç eden popüler kültürün de etkisiyle, toplumun bireylerinin sağlıklı ve derin düşünmesi engelleniyor.
Bu durum; Çinlilere atfedilen bir atasözünü anımsatır:
“ Parmak ayı gösterirken aptal parmağa bakar “
Gerçeği tam olarak, tüm çıplaklığı ile görme yerine küçük ayrıntılarla oyalanıyoruz.
Bu benzetmeden toplumsal bir yergi anlamı çıkarılmamalıdır. Tam tersine, toplumun bireylerinin dünden bugüne, dışarıdan ve içeriden kurulan tuzaklar, yalanlar ve demagojilerle içine sürüklendiği travmalar ve mağduriyetler anlatılmak istenmektedir.
Demokrasinin tam olarak yerleşmediği toplumlarda, küresel projelerin güdümündeki siyasi partiler, sendika, dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütü maskesine bürünen NGO’lar ( Non Governmental Organizations ) içine sızmış, o ülke aleyhine çalışan, değişik amaçlı kişi ve kuruluşlar, çokça komplo ve entrika üretirler.
Her şey, küresel kapitalizmin egemenliği ve saltanatı içindir. Toplumlar ve bireyler de, bu ekonomik, siyasi ve sosyal hegemonyanın daha rahat işleyişine uygun hale getirilir.
Çok gerilere gitmeden Cumhuriyet tarihine bakmak bile bu konudaki tezleri su yüzüne çıkarır.
– Siyasi entrikalar, darbeler, kumpaslar,
-Aydınlara, vatanseverlere uygulanan baskılar, idamlar, hapisler, sürgünler,
– Ülkelerine ihanet içindeki siyasiler, bürokratlar, “ sahte aydınlar “ ,
– Bitmeyen ekonomik krizler, toplumsal çatışmalar,
– Tüketim çılgınlığı, rant avcılığı, doyumsuz egolar, popülarizm,
– Önlenmeyen kadın ve töre cinayetleri,
– Göz yumulan doğa katliamları,
– Akıl almaz demagoji ve yalanlar…
İçinde yaşadığımız toplumun sürüklendiği sahte cennetten manzaralar…
Algı operasyonlarının, kumpasların, darbelerin, terörün ve tüm korkuların panzehiri, hakkın, adaletin, eşitliğin ve refahın yolu, en üst düzey demokrasi ve şeffaflıktan, aklın ve hoşgörünün toplumun yaşam biçimi haline getirilmesinden geçer.
Demagoji, ego savaşları, kişisel çıkar kavgaları ülkeyi, toplumun bireylerini hiçbir yere götürmez. Fırtınaya tutulmuş pusulasız bir gemi misali sarp kayalıklara doğru savurur. Belki “ Güç odaklarını, iktidarları “ bir süreliğine ayakta tutar, ancak batan gemide kurtulan olmaz.
CHP ve ittifak yaptığı siyasi partiler; algı ve itibarsızlaştırma, kara propaganda operasyonlarını aşa aşa, provokasyonların içyüzünü, niteliğini deşifre ede ede ilerlemek zorundadır. Attığı her doğru adımı, “ FETÖ taktiği, FETÖ söylemi, PKK ile aynı safta yer alma “ safsataları ile baltalamaya çalışan eğitilmiş, görevlendirilmiş, maskelenmiş “ Etki ajanlarını “ etkisiz kılacak mekanizmaları ve kadroları oluşturup “ Sahaya “ sürmelidir.
Kara propagandaları, kumpasları, entrikaları aşmanın yolu da önce kendi içinde demokrasiyi, şeffaflığı, adaleti, liyakati, sevgi ve hoşgörüyü yerleştirmekten geçer.
Demokrasinin tam olmadığı ülkeler, dışarıdan ve içeriden tezgâhlanan provokasyonlara daima açıktır. Demokrasinin olmadığı siyasi partilerde de durum aynıdır. “ Demokrasi bizde daha fazla, biz her şeyi ulu orta söyleyip eleştiriyoruz “ düşüncesi bir aldatmacadır. Her şeyi eleştirme bir ölçü değildir.
Demokrasinin; hak, hukuk, adalet, eşitlik, liyakat, şeffaflık, akıl ve hoşgörü gibi birçok kuralı vardır. Standartları ise; kötüye, eksik olana bakarak değil, gelişmiş evrensel normlara göre tayin edilir. Hepsinden önemlisi de; topluma “ Demokrasi korkusu “ yerine demokrasi kültürünü aşılamakla bu konuda yol kat edilir.
Siyaset ve siyasi partiler; kaos ortamında, puslar, karanlıklar içinde “ Küçük imparatorluklar “ kurarak, demokrasiden kaçarak, yalanlar üzerinde yürüme yolunu seçebilirler. Toplumlarını ve taraftarlarını peşlerinden sürükleyebilirler.
Ne var ki; tarih doğruları da yanlışları da gün gelir kuyumcu terazisiyle tartarcasına ayıklayarak ayrı ayrı sayfalara yazacaktır.
28 Kasım 2019

ÖMÜR MUHALEFETLE GEÇER

Haktan, adaletten, demokrasiden, özgürlüklerden yana duracaksan, bu düzende onurlu hayat muhalefetle geçer.
Attığın her adımda, şahsi çıkarlarından hiç vazgeçmeyeceksen, sürgit doyumsuz egolarının peşinde koşacaksan, güçlülerden, varlıklılardan, iktidarlardan yana tavır alacaksın.
Gözüne batan, üstüne üstüne gelen yaşamın gerçeklerini es geçeceksin.
“ Onlar “, inanmasalar da, her an kendilerinin doğru ve haklı olduğunu söyleyecekler, ama saklanıp itiraflardan korktukları, yüzleşmelerden hep kaçtıkları için, yalanlarıyla ömürlerini tüketecekler.
Evrende bir kum tanesi bile olmayan fani “ yolcu “!
Hangi yolu seçeceğin sana kalmış.
Ne yöne gideceğini bulamıyorsan, aklına ve vicdanına sor.
Aradığın ışığı göreceksin. 

BALKANLAR GEZİ NOTLARI

Kavurucu yaz sıcaklarının sona erip sonbahar yapraklarının hafiften esen rüzgârla savrulduğu bir mevsime rastladı Balkanlar turu. Daha doğrusu; tüm Balkanlardan ziyade, Arnavutluk ve dağılan Yugoslavya’dan ortaya çıkan irili ufaklı ülkelere kuşbakışı sayılabilecek bir seyahat.
Belirli bir merkeze uçakla varıştan sonra, çoğu otobüs yolculuğu ile ve birer, ikişer gün arayla yer değiştirerek yapılan bu yorucu seyahate katılmamız bir parça tereddütle başladı. Daha önce gidip görenlerden dinlemiştik; uzun, yorucu bir gezi olduğunu. Ancak, tarihin derinliklerinden gelen öyküler ve Rumeli türküleriyle süslenen geçmiş dönemlere ait izleri yakından görme merakı da yok değildi. Ne de olsa Anadolu kadar Rumeli de yüzyıllardan bugüne uzanan, köklerimizi, kültürümüzü oluşturan, bizi kendine doğru çeken büyülü bir coğrafya olma özelliği taşıyordu. Beş yüz yıllık Osmanlı tarihinin, Enver Hoca’nın, Mareşal Tito’nun, yakın geçmişteki trajik iç savaşın ve henüz durulmamış toplumsal çalkantıların kaybolmamış izlerini taşıyan bu topraklardaki ülkeler, dünyayı ve kendimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak bir hazine olarak duruyor.
Uçakla vardığımız ilk durak, Arnavutluğun başkenti Tiran’dı.
Bilgili, tecrübeli, sempatik bir Karadeniz delikanlısı olan rehberimizle Tiran Hava Alanı çıkışında tanıştık. Daha şehir turuna başlamadan otobüste anlatısına başladı. Genel olarak gezi ile ilgili bilgileri önceden derlemiş olsam da, ayrıntıları, bilmediklerimi rehberden hafızama kaydetmeye başladım.
Arnavutluk; üç milyon kadar nüfusu olan küçük bir ülke. Başkent Tiran ise 800.000 nüfuslu. Karadağ, Kosova, Makedonya ve Yunanistan’a komşu. Adriyatik Denizi’nde kıyısı var. Nüfusun çoğunluğunu Arnavut Müslümanlar oluşturuyor. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardan çekilmesinden sonra, 1912 yılında bağımsızlığını kazanmış. 1939’da İtalya, 1943’te Almanya tarafından işgal edilen ülke, Enver Hoca liderliğindeki Komünist Partisi’nin direnişi ile 1944’te bağımsızlığını yeniden kazanıp sosyalist bir rejime geçmiş. Sovyetlerin dağılmasının etkisiyle 1990’larda yerini sancılı bir dönemin ardından “ Yeni dünya düzenine “ bırakmış.
Bugün Arnavutluk; ekonomik olarak zayıf, çok yönlü toplumsal sorunlarla boğuşan bir ülke. Gelecekle ilgili henüz ciddi bir vizyon oluşturmuş, kendine bir yön çizmiş halde değil. Eski rejimle yenisi arasındaki geçiş ve yeni hayata ayak uydurma sancıları yaşıyor.
Başkent Tiran’daki iki saatlik bir şehir gezisinin ardından, Arnavutluk turu neredeyse başlamadan bitti. Arnavutluk topraklarındaki birkaç saatlik otobüs yolculuğunun ardından Makedonya topraklarına ulaştık.
Makedonya’ya adım atar atmaz, gezimizin merkezini oluşturan Yugoslavya tarihiyle yüz yüze geliyoruz. Dağılan Yugoslavya’nın yerine kurulan 7 küçük ülke, kendi içinde ayrı bir tarihe sahip, çalkantılı, acılı bir sorunlar yumağı içinde savrulmaya devam ediyor.
Sırbistan olarak bilinen ülke, 1389 yılındaki Kosova Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir derebeylik olarak 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla çıkan isyanlardan birisi de Sırp isyanıdır. 1878 Berlin Anlaşması ile Sırbistan bağımsız bir krallık haline geldi. Osmanlı Devletinin zayıflamasından yararlanan Sırplar, 1913 yılında Makedonya’yı da alarak topraklarını genişletti. Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu topraklarındaki Slovenler, Hırvatlar, Boşnaklar ve Sırplar, Sırbistan Krallığı adı altında birleşti. 1929 yılında krallığın ismi “ Yugoslavya “ olarak değiştirildi.
İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru, Tito’nun önderliğinde, Alman işgaline karşı partizanların verdiği kurtuluş savaşı sonucu Yugoslavya Sosyalist Federasyonu olarak yeni bir devlet ve idare yapısına kavuştu. Yeni rejim, Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna- Hersek, Makedonya ve Karadağ’dan oluşan 6 cumhuriyet ile Sırbistan içindeki Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerine geniş yerel haklar tanıyan, yerel yönetimlerin ağırlık kazandığı bir yapıyı benimsedi. Ne var ki, bu ademi merkeziyetçi yapı, gittikçe otonom yapıların milliyetçilik çizgilerini keskinleştirerek ayrışmasını önleyemedi.
1980’de Josip Broz Tito’nun ölümünün ardından gittikçe kaynayan bir kazan haline gelen, dış manipülasyonların etkisinden de kurtulamayan Yugoslavya, 1989’da Sırp lider Miloseviç’in Kosova ve Voyvodina’nın özerkliklerine son vermesi ve Karadağ’ı kendisine bağlaması ile iç savaşın kıvılcımlarını yakmış oldu. Diğer cumhuriyetlerde de bağımsızlık hareketi tetiklendi. Haziran1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle Yugoslavya’da çözülme süreci ve buna bağlı çatışmalar başladı. Eylül 1991’de Makedonya, Kasım 1991’de Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yugoslavya’dan geriye Sırbistan ve onun denetiminde Karadağ kalmıştı. 2003 yılında, Yugoslavya ismi de kaldırılarak yerine Sırbistan- Karadağ Cumhuriyeti ismi benimsendi. 2006 yılında Karadağ’ın, 2008 yılında ise özerk Kosova’nın bağımsızlık ilanı ile, Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna- Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Kosova’dan oluşan 7 ayrı devlet ortaya çıkmış oldu.
Dünya konjonktürü, Sovyetlerin dağılması etnik çatışmaları zirveye doğru tırmandırmıştı.
Tito; hayattayken bu hassas dengeleri son derece iyi gözetmiş ve şöyle demişti:
“ Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito, bu küreyi ellerimle tutarak değil, alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde birisi bu görevi devralır. Yoksa kristal küremiz yere düşer ve tuz buz olur…”
Elbette ki, bu ayrışma ve bağımsızlık hareketleri sancılı, çatışmaların, katliamların yaşandığı bir iç savaşla birlikte yürüdü. En önemli çatışmalar, üç buçuk yıl süren, Bosna-Hersek’in referandum sonucu bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Nisan 1992’de Sırpların Saray Bosna’yı kuşatması ve giriştikleri katliamlar esnasında yaşandı.
İç savaşta ölenler, kaybolanlar ve yaralananlar yüz binlerle, yerini, yurdunu terk edenler milyonlarla ifade ediliyor. Yakılıp yıkılan, tahrip edilen bina, araç, gereç sayısı ise tam olarak bilinmese de yüz binlerle anılıyor. Sadece katliamların en büyüğünün yaşandığı Srebrenitsa’da birkaç günde 8372 kişinin ölümü kayıtlara geçmiş durumda.
Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına rağmen katliamları önleyememiş, zamanında müdahale etmeyerek adeta katliamlara göz yummuştur.
Ölümlere ve kayıplara ait rakamlar neyi gösteriyor?
Sırp, Hırvat ve Boşnaklar arasında, tarihin en büyük, en trajik katliamlarına sahne olan bir iç savaş yaşanmış ve gelecek nesillere miras düşmanlık, kin ve nefret tohumları ekilmiştir.
Yaşanan iç savaşın ardından, paramparça olan Yugoslavya’dan doğan yeni devletler içinde, ayrı bölgelerde, birbirine düşman etnik ve dini yönden bölünmüş halklar yan yana yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kimilerinde Sırplar, Hırvatlar çoğunlukta, kimilerinde Boşnaklar.
Gezinin sonraki durakları olan Ohrid, Üsküp, Manastır, Saray Bosna, Belgrad, Sarajevo, Trebinje gibi şehirlerin hepsinde bu ayrışmayı görüyoruz. Binalardaki ve caddelerdeki havan, makineli tüfek mermilerinin izlerini de.
İdari yapılar, özellikle de Bosna-Hersek’te, iç savaş gerilerde kalmış olmasına rağmen hâlâ karmakarışıktır.
Sonuç olarak; Yugoslavya, çok savaş görmüş, çok acılar yaşamış, büyük kısmı dağlık, dağların arasında verimli ovaları, nehirleri ve iklimi ile büyük, büyüleyici bir ülke.
Hiç değilse bir kez gezip görmeli.
500 yıl Osmanlı hâkimiyetinde, 46 yıl sosyalist bir cumhuriyet olarak yönetilen ülke bugün küçük devletçiklere, kantonlara bölünüp parçalanmıştır. Her devletin içinde ayrışmış, kendi içine çekilmiş uluslar her an yeni ayrılıklara gebe olarak yaşamaktadır. Daha fazla dağılmamanın tek yolu ise “ Barış içinde bir arada yaşama” formülünü benimseme ve barışın yollarını yeniden keşfetmekten geçiyor.
Yugoslav tarihi ve yaşanan iç savaş, aynı acıları yaşamamak için bize ve diğer uluslara da ibret alınacak dersler sunuyor.
Savaşın izlerinin henüz silinmediği her yerde aynı yazılı sloganlar göze çarpıyor” Unutma, unutturma”.
Öç alma duygularına seslenen geçmiş acıları ve katliamları “ unutma” olarak da yorumlamak, aynı şeylerin yaşanmaması için “ Barışın zor, dikenli yollarını bir şekilde bul” şeklinde de yorumlamak olası.
Hangi yöne gidileceği henüz belirsiz. Kimin alıp götüreceği de.
“Barışın dili olsa,
Gökyüzüne çıkıp,
Usulca fısıldasa,
Dostluğu, kardeşliği,
Yugoslav dağlarına,
Vadilere, ırmaklara,
Ve de tüm yeryüzüne,
Bilmem,
Duyan olur mu?”
12 Kasım 2019

PUSLU CAMIN ARKASI

Konu siyaset, toplum ve ülke sorunları olunca hemen herkesin söyleyecek bir şeyleri bulunur. Öyle siyasetle, içinde yaşadığımız toplum sorunlarıyla içli dışlı olduğumuzdan, siyaseti vazgeçilmez, çekici bir uğraş olarak gördüğümüzden filan değil. Bir konuyu temelden ele alıp ayrıntılı olarak inceleyip kavrama, nihai, gerçek sonuca bağlama gibi bir kaygımız yoktur. Bu, her şeye yüzeysel bakıp yine de fikir yürütme alışkanlığımızdan olsa gerek. Siyaseti, oy verme dışında kendiliğinden yürüyen bir faaliyet alanı olarak görür, toplumsal sorunları da genellikle bu işin “ uzmanlarına” havale ederiz. Arkadaş sohbetlerinde bu konular açıldığında yine de iddialı fikirlerimiz vardır.
Konu, doğru ya da yanlış fikir beyan etme sınırlarının ötesine de geçip bazen öznel, acımasızca yapılan “ aydın, yazar, çizer” yargılamalarına kadar uzanır.
Gerekçesi olmayan, yüzeysel, duygusal yargıların talihsiz yanılgılarını hep görürüz de bir türlü özeleştiri erdemine ulaşamayız. Bu, bize ve bizimle aynı ya da daha alt seviyede gelişmişlik ( belki de gelişmemişlik ) düzeyine sahip toplumların bireylerine, “ aydınlarına “ özgü garip bir çelişkidir.
Kendi dışındakileri, toplumu, toplumun değişik kesimlerini hor gören, onlarla bir yere varılamayacağını, cahil, bencil, asalak, kişilik yoksunu olduklarını düşünenlerin sayısı bir hayli çok.
Eleştirel bakma, aksaklıkları, eksiklikleri, farklılıkları algılama, onlarla yüzleşip kötü gidişata işaret etme bir bakıma doğrudur da. Birçoğumuz bunu yaparız, ama neden sonuç ilişkisi ile sonu getirilmeyen, gerekçesiz yargılar hep yanlış anlaşılır, yanılgılara götürür.
İşte edebiyat dünyasından birkaç örnek.
Aziz Nesin, bir tarihte “ Toplumun yüzde altmışı aptal “ demişti. Sonra bu oranı yüzde doksana çıkardı, ama sonu gelmedi, söylenenler boşlukta bırakıldı. Bu söz, gerçekten de toplumun yüzde altmışı aptal olarak algılandı. Toplumu kör karanlıklara hapsedip aptal haline getirenler öne çıkarılsaydı daha farklı bir algı yaratılırdı. Aziz Nesin, bu dünyadan çoktan göçüp gitti, ama bu algı tarihsel bir ‘ miras ‘ olarak kaldı.
Aziz Nesin gibi bir aydın, söylediği sözden dönüp özeleştiri yapma erdemliliğini de göstermedi.
Nazım Hikmet, toplumcu bir aydındır. Çok başarılı bir şairdir. Ama bakın meşhur bir şiirinde ne diyor:
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını,
sürüye katılıverirsin hemen,
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup,
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm,
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer,
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”
Ülkesini ve toplumunu seven bir şair olan Nazım Hikmet’in şiirinde oluşturulan algı; halkın cahil, korkak, sürü gibi, tuhaf bir mahlûk olduğudur. Duygusallık ve kızgınlıkla yazıya dökülmüştür, ama sonuç, olumsuz, yanlış algı değişmiyor. Çünkü, sonu bağlanmamış, yarım bırakılmış, gerekçesiz bir serzeniştir yapılan.
Topluma bakışla ilgili belki de en önemli, en gerçekçi yaklaşımlardan biridir,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “ Yaban “ romanı.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’da bir köyde geçer romana konu olaylar. Sakarya Savaşı sonrası, Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği “ Tetkiki Mezalim Heyeti “ yıkık binaların taş yığınları arasında yırtık, kenarları yanmış el yazılarını bulur. Roman bu el yazmalarından doğar.
İdealist bir İstanbul aydını olan ve savaşta bir bacağını kaybeden Ahmet Celal, emir eri Mehmet Ali’nin daveti ile onun köyüne sığınır. Hayalindeki temiz yürekli, duygulu, candan insanların yaşadığı Anadolu ile gerçekler çok farklıdır. Hayal kırıklıkları ve iç hesaplaşmalarla geçer olaylar.
“ …Şimdi ne görüyorum? Anadolu…Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, millî timsalin, millî bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malûlü Ahmet Celal yapayalnızım.”
Yakup Kadri; kahramanının ağzından anlattığı, eleştirdiği toplumunun insanlarını, zaman zaman araya girerek, özeleştiri de yaparak, bir düze çıkarıp daha farklı, toplumcu bir algıya yöneliyor.
“ Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”
Toplum dediğimiz; evrende kendi halinde seyreden dünyanın kucağında oluşan, o ülkenin başta siyasi iktidarı olmak üzere, siyasi partilerinin, sivil toplum örgütlerinin, aydınlarının ve de tarihinin derin kültürel mirasının şekillendirdiği karmaşık bir yapıdır. Basitçe, kendi kendine oluşmaz.
İçinde yaşamakta olduğumuz dünyaya; doğaya, insanlara ve nesnelere baktığımızda, açgözlü, tembel, saltanat ve ihtiras peşinde koşan “ kötü sanatkârların “ eseri olan, gittikçe de biriken ucubeler yığınını görüyoruz.
Kimi zaman hor gördüğümüz, çoğu zaman eleştirdiğimiz, beğenmediğimiz insanlar, davranışlar, alışkanlıklar, inançlar, tüm olumsuzluklar, yalnızca işaret ederek, yanlış algılar oluşturarak bir çırpıda değişmez. Toplumda, bize göre eğreti olan ne varsa elbette ki eleştirilebilir, ancak eleştiriler sorunların nihai, asıl kaynağı olan, olumsuzluk üreten kişi, gurup, oluşumlarla bütünleştirildiği zaman yerli yerine oturur. Elbette ki bu bütünlük başka zamanlarda, başka yerlerde söylenilenlerle, yazılıp çizilenlerle değil, aynı metin veya söylem içinde, o an oluşturulur.
Bu kötü tabloda, bu enkaz olup birikmiş olumsuzluklarda hangimizin ne kadar payı var?
Düşünme zamanıdır…