Kategori arşivi: Diğer

BİZİ BEKLEYEN HAYAT

Ömrünüzün herhangi bir döneminde, dört bir yana su gibi akıp giden yaşamın tam orta yerinde, insanlardan uzak bir köşeye kendinizi hapsedip etraflıca hayat muhasebesi yaptığınız hiç oldu mu?

Yakınınızda, hemen etrafınızda, uzakta, ufuklarda, hayallerinizde uzanıp da ulaşabildikleriniz ne kadar?

Arzulayıp da ulaşamadıklarınız, ömrünüzü tüketen, hep dışında olduklarınız, hep kenardan seyredip hayıflandıklarınız, yaşamınızı renksiz, sıradan bir tükenmişliğe mahkûm edenler, sizin dışınızda akıp giden ve sizi de sürükleyip götürenler ne kadar?

Bize sunulan; resim çerçevesi gibi sınırları çizilmiş, bir sihirbaz marifetiyle yalana dolana batırılıp gizlenmiş, pembe hayallerle süslenmiş, ama mutluluğunu ve erdemini bir türlü yakalayamadığımız sahte hayatlar bir yanda.

Daha iyisini, daha anlamlısını elde etmek için aklımızı şaşırmadan, her söylenene, her kurgulanana bir çırpıda inanmadan, araştıran ve sorgulayan aklımızla ufukta, uzaklarda gördüğümüz, ancak alın teri, göz nuru dökerek, mücadelesini vererek elde edebileceğimiz gerçek hayatlar diğer yanda.

Nasıl bir hayatı yaşamalı?

“Godot”yu mu beklemeli çaresizlikleri aşmak için, oturup hiçbir şey yapmadan, durmaksızın güneşe doğru mu akmalı?

Kutsal kitaplarda ise Mehdi ( ya da Mesih ) beklenir çaresizlerin  kurtarıcısı olarak.

İster yaşamak için meçhul birileri tarafından önümüze konacak olanı bekleyelim, isterse kendi yaratacağımız dünyaya doğru kulaç atalım, bilinmeyenlerle doludur geleceğimiz.

Gabriel Garcia Marquez; anlatmak ve yazmak için yaşamalı felsefesini savunuyor, birçok yazar ve düşünür gibi.

“Aklın kontrolü” ve “Başarı” gibi konular üzerinde uzmanlaşan yazar Mümin Sekman’a göre ise hayat, başarılıp kazanılması gereken bir ‘ kişisel kurtuluş savaşı’dır.

“Kullanım kılavuzunu almadan geliyoruz dünyaya. Nasıl yaşamamız gerektiğini yaşarken öğreniyoruz. Hayallerden yapılma bir hayatı, aynı anda hem ilk hem de son kez yaşıyoruz.

İki dönem halinde geçiyor ömrümüz: Okul hayatı ve hayat okulu. Okul hayatının amacı bizi hayat okuluna hazırlamak, ancak hayat okulunda en çok lazım olan bilgiler okul hayatında öğretilmeyenler. Bu yüzden çoğumuz, hayatın başarı sınavlarında boş kâğıt veriyoruz!”      ( HER ŞEY SENİNLE BAŞLAR, Mümin Sekman, ALFA yayınları )

Anlatmak ve yazmak, bu kulvarda koşanların yaşam biçimidir bir bakıma. Hayatı daha derinlerde keşfetmek, farklı renk tonlarını yakalamak hoş bir yaşam serüvenidir. Yazma tutkusu, daha çabuk, daha doğru öğrenme sevinci yaratır.

Başarma sevinci, mutlulukları kalıcı kılar. Başarma azmi, belki insanı diri tutan, umutsuzlukları, karamsarlıkları silip götüren bir yol, ancak kontrol edilemeyen hırslara, tutkulara dönüşmemeli.

Küçük, sıradan şeyler o anki koşullara ve ruh haline göre mutluluk getirir kimi zaman. Kimi zaman da bol para, lüks arabalar, yatlar, yalılar doyumsuz ruhları mutlu etmeye yetmez.

Şairlerin dünyasında ise hayat bir başka türlü dizelere dökülür.

Nazım Hikmet, hayata daha başka bakar,“ Yaşamaya Dair “şiirinde:

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
`Yaşadım` diyebilmen için…

 

Belki de yaşanılacak en iyi hayat; sınırsız hırslara, ihtiraslara, yığılmış servetlere, gösterişe, popülizme, şişirilmiş egolara, kin ve nefret gibi duygulara kapılmadan mutluluğu yakalamaya çalışmaktır.

Nerede mi?

Dışarıda, çok uzaklarda değil, kendi içimizde.

Kendimizi en iyi yine kendimiz biliriz. Kendimizi göremeyecek kadar körelmemişsek eğer.

DOLARIN SALTANATI

Son günlerde yaşanan dolardaki aşırı tırmanış eğilimi, kadrolu medya entelektüellerini öfke ve şaşkınlıkla, dünyayı yeni baştan keşfedercesine içi boş teori arayışlarına yöneltti.

Ekonomide yaşanmakta olan gerçekleri yalın ve bilimsel inandırıcılıkla algılayıp yapılan hatalardan dersler çıkarmak yerine, panik halinde yanlış politikaları savunma refleksleri ön plana çıktı. Onlara göre:

Büyük kalkınma hamleleri yapılmıştı,

Ekonomi çok dinamik ve güçlüydü,

ABD, bize karşı düşmanca davranıyordu,

Yaşanan kriz, 15 Temmuz darbe girişimiyle başarılamayan komplonun ekonomik versiyonuydu,

Muhalefet; yanlış politikaları eleştirmek yerine ABD’ye karşı birlik içinde olmalıydı,

Bugün için yapılan eleştiriler, ülkeye ihanetle eşdeğerdi,

Vesaire, vesaire…

Oysa gerçekler çok basit ve ortada.

Marks ve Engels’in, kapitalist sömürü düzenini keşfetmesinin üzerinden 170 yıl geçti.

Lenin’in, kapitalist ekonominin devleşip canavarlaşarak bir emperyalist sisteme dönüştüğü tezini icadından bu yana 100 yıllık bir tarih akıp gitti.

O günlerden bun yana, bu bilimsel tezlerin yeryüzüne yayılıp insanlığın bir kurtuluş ve özgürleşme meşalesi haline gelmesinin önünü kesmek için her yolu deneyenler ve onların ideologları bugün, hafıza kaybına uğramışçasına emperyalist ( ya da yeni moda deyimiyle küresel ) canavarların dünyayı ve ülkemizi işgalinden bahsediyor.

Küresel işgalcilere hesap, kitap yapmadan kapıları sonuna kadar açanlar, iktidarda kalabilme uğruna toplumu on yıllardır din, mezhep ve etnik temelde düşman kamplara bölenler, bir özeleştiri bile yapmadan birlik ve beraberlikten bahsediyor.

Elbette ki; emperyalist işgalcilerin yok etme politikalarına karşı birlik ve dayanışma gösterilmelidir.

Ayrımcılığa, sömürü düzenine, yok edilen özgürlük ve demokrasiye yapılan saldırılara karşı da birlik ve dayanışma.

Emperyalizmin yeryüzünde yaydığı tüm kötülüklere karşı da birlik ve dayanışma.

Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, son yirmi yıllık dönemde de sanayi üretimini, turizmi, tarım ve hayvancılığı ihmal edip, aşırı derecede dış borçla kalkınma ve tüketimi körükleme politikaları artık iflas etmiştir.

Kurtuluş için; her türlü lafazanlığın, algı operasyonlarının dışında yapılacak olanlar tartışmaya yer bırakmayacak derecede açıktır.

Her alanda öz kaynaklara dayalı üretime süratle yeniden dönülmelidir.

Lükse ve aşırı tüketime derhal son verilip tasarrufa, daha sade bir toplumsal yaşama dönülmelidir.

Ne zamana kadar?

Doların saltanatını yıkana kadar,

Borçlarımızı sıfırlayana kadar,

Tükettiğimizden çok üretene kadar,

Üst düzey üretim ve bilişim teknolojilerini ihraç etmeye başlayana kadar,

Evrensel standartlara uygun, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik hukuk devleti normlarını yakalayana kadar.

Gerisi teferruattır…

DEMOKRASİ ARAYIŞLARI

Demokrasi; yönetim ve denetim yetkisinin halkın doğrudan veya belirli aralıklarla özgürce seçtiği temsilciler eliyle kullanıldığı, toplumsal konumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi olarak tanımlanıyor.
Ulusal egemenlik, özgürlük ve eşitlik, katılımcılık, çoğulculuk, seçme ve seçilme hakkı, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı gibi birtakım temel ilkeleri içeriyor.
Anayasa, parlamento, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, kolluk kuvvetleri ise demokrasinin vazgeçilmez araçları olarak görülüyor.
Hiç şüphesiz ki; amaç demokrasinin bilinen klasik tanımlarını ve özelliklerini yinelemek değil.        Demokrasi, çok boyutları olan evrensel bir kavram. İnsan hakları, hukuk devleti, devletin ve bireyin konumu, sosyal sınıfların toplumdaki yeri, bireysel özgürlükler, ekonomik ve sosyal adalet v.b. birçok konuyu kapsıyor. Buna karşılık toplumun demokrasi algısı ise oldukça yüzeysel. Gündelik, öncelikli ihtiyaçlarının bir hayli gerisinde.
Cumhuriyetle birlikte, tepeden verilen çağdaş anlamdaki hak ve özgürlüklerin önemi tam olarak anlaşılamıyor. Kendiliğinden daha fazlası gelecek zannediliyor. Oysa sahip çıkılmadıkça, hak olanın daha fazlası talep edilmedikçe her geçen gün demokrasinin sınırları daraltılıyor.
Neden ?
Tarihe diyalektik bir gözle baktığımızda, ekonomik-toplumsal yapılanmaların sınıfsal bir temele dayandığını görüyoruz. Köleciliğin hüküm sürdüğü çağlarda, toplumsal yapı köle sahiplerinin istek ve çıkarlarına göre şekilleniyor. Feodalizm çağında da, derebeylerin, kralların, imparatorların mutlak otoriteleri karşımıza çıkıyor. Kapitalist ve onun günümüzdeki devamı olan emperyalist toplumsal yapılanmada ise büyük sermaye sahiplerine göre şekillenmiş egemenlik ilişkileri tüm ekonomik, siyasal ve sosyal alanlarda hükmünü sürdürüyor.
Demokrasi anlayışı da bu ekonomik- toplumsal sistemlerdeki egemenlik ilişkilerine göre şekilleniyor.
Kapitalizmin 1900’lerden önceki serbest rekabet dönemine ait demokrasi anlayışı da burjuva sınıfına ait ayrıcalıkları içeriyordu. Ancak, kapitalizmi doğuran tarihsel gelişmelerde ve feodalizme karşı verilen egemenlik mücadelelerinde burjuvazi çağının devrimcisi ve öncüsü durumundaydı. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin dinamik gücü olup çağdaş, ilerici bir karekter taşıyordu. Sanayileşmenin ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan emek sömürüsü ve işçilerin kötü yaşam koşulları hak arayışlarını ve sınıf çatışmalarını ortaya çıkardı. Burjuva sınıfına karşı işçilerin verdiği büyük mücadeleler sonucu ekonomik, siyasi ve sosyal birçok haklar elde edildi. Demokrasi nispi olarak gelişti, yaygınlaştı. Çağdaş, batı tipi demokrasi anlayışı oluştu. Ama toplumda egemenler ve bu anlayışa damgasını vuranlar yine kapitalistlerdi. Emek ve sermaye arasındaki mücadelelerde kimi zaman hak ve özgürlüklerin sınırları genişlerken kimi zaman da toplumsal muhalefetin talepleri zor kullanılarak bastırıldı.
Sermayenin aşırı birikimi ve merkezileşmesi tekelleri doğururken, ekonomide serbest rekabetin getirdiği üretimdeki ilerlemeler yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına ve ranta, siyasal alanda ise burjuva demokrasisi yerini baskı ve teröre bıraktı.
Emperyalist- kapitalist sistemin günümüzdeki adı küreselleşme.
Bugün geldiğimiz noktada; küresel sistemin ekonomik olarak yayılarak dünyanın belirli merkezlerinden yönetildiği, ulus devlet yapılarının, hak ve özgürlüklerin abluka altına alınma savaşlarının verildiği bir kaosun içinde yaşıyoruz. Demokrasi mücadeleleri küreselleşme kıskacında boğulmaya çalışılıyor. “ Çağdaş “ batı, şimdilik daha fazla sahip olduğu hak ve özgürlükler nedeniyle ayrıcalıklı penceresinden Orta Doğu’daki yakıcı ve yıkıcı şavaşları, yaratılan küresel terörü sadece seyrediyor. Ancak çıkan yangınların dünyanın diğer bölgelerine de yayılma olasılığı gittikçe yükseliyor. Ülkemizde ise; Cumhuriyetle eş zamanlı olarak getiremediğimiz demokrasi sancıları artarak devam ediyor. Toplumu yönetenler; 1950’li yıllardan bu yana söylemde savunup eylemde budadıkları demokrasi adımlarını atma yerine, etnik ve dinsel temele dayalı ”algı operasyonlarıyla “ toplumu oyalayıp iktidarda kalma siyasetine devam ediyorlar.
Parlamento’nun, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve derneklerin işlevsiz kaldığı bir ortamda, toplumun zayıf demokrasi algısı ve demokrasi korkusu geleceğe dönük kuşkuları artırıyor.
Bugün; ekonominin, siyasetin ve sosyal yaşamın depremler yaşadığı bir labirentin içinde yolumuzu bulmak için savruluyoruz. Bir yol ayrımındayız. Ya labirentin duvarlarını yıkıp aydınlığa çıkacağız ya da labirentin karanlıklarına daha çok gömüleceğiz.
Umut her zaman vardır.

BİTKİ TOPRAKTA YEŞERİR
İNSAN TOPLUMDA
Dünyadaki ( ve de evrendeki ) bilinen, bilinmeyen tüm canlılar, bulundukları hayat ortamına göre boy verir, serpilip gelişir.
Kötü yaşam koşulları içine düşenler, türleri içinde geri kalıp körelirken, iyi yaşam koşullarındakiler sürekli gelişimin ve değişimin izlerini sürer.
Bitki ( sudaki çok az türün dışında ) toprakta yeşerir. Verimsiz, çorak toprakların üzerinde bitenler zayıf, cılız kalır. Ürünleri, meyveleri de cılızdır, ya da hiç yoktur. Verimli toprakların sulak yerlerinde yetişenlerse dal budak salıp gökyüzüne doğru yol alır. Ürünleri bol ve bereketlidir. Yılda birkaç kez ürün verenleri de vardır.
Toplumlar ve bireyler de buna benzer. Onların toprağı ise, yaşamakta oldukları gelişmiş ya da geri kalmış toplumsal yapılardır. Ekonomik, siyasal, sosyokültürel oluşumlar, aileler, anneler, babalar, bir önceki nesillerdir.
İklimi ve doğası yaşamaya daha elverişli gelişmiş ülkelerin ve bölgelerin insanları her yönüyle gelişme şansını daha kolay yakalar.
Kurak çöllerin, verimsiz çıplak dağların ve soğuk buzul bölgelerinin yaşam koşulları, bu yörelerin insanlarına aynı şans ve cömertlikleri sunmaz. Yaşayanlarını adeta eski çağların karanlıklarına hapseder.
Yeryüzündeki değişik iklimler, değişik topraklarda yaşayanların durumu kimine göre tarihsel bir rastlantı, şans ya da şanssızlık, kimilerine göre ise bir kader, bir alın yazısıdır.
Farklı koşullar içinde, aynı hızla olmasa da kaçınılmaz olan tek gerçek ise değişimdir.
Aslında anlatmak istediğimiz konu sadece canlıların yaşam koşulları olmasa da onunla doğrudan bağlantılı, onun bir türevi olan değişim, nesiller arasındaki farklılık, kuşak çatışmalarıdır.
Bu konular, neredeyse ulu orta yapılan tüm sohbet ya da tartışmalarda davetsiz bir misafir gibi gündeme bir şekilde gelip oturur.
Yaşam koşullarını dikkate almadan bizden sonrakileri pervasızca suçlar, oracıkta hemen yargılar, mahkûm ederiz. Zaman gelip geçse de ne yazık ki bu konuda düşünce dünyamızda önemlice bir değişim görülmüyor. Sonraki, gerimizdeki, “ bizim ekip biçmekte olduğumuz topraklarda “ yetiştirdiğimiz kuşaklara, gençlere dönük eleştiriler insafsızca devam ediyor.
– Yeni nesil az çalışıp çok kazanmak istiyor.
– Gençlerimiz yolunu kaybetmiş durumda.
– Genç nesil son derece yozlaşmış.
– Bu kadar ruhsuz bir nesil olamaz.
– Şimdiki gençler asalak yaşamayı seviyor.
– Yeni nesil gelenek, usul, adap tanımıyor.
– Genç nesil a sosyal.
– Gençler, iletişim çağında iletişimsiz yaşıyor.
– Sanal dünyada dolaşmaktan başka bildikleri yok.
………..
Serzenişler, hoşnutsuzluklar, şikâyetler uzayıp gidiyor.
Söylenenler yanlış mı? diye hemen itiraz edenler olabilir.
Söylenenlerin çoğunda gerçeklik payı var. Söylenenlerin çoğunu hemen herkes görüyor. Ancak, anlatılmak istenen konu bu değil.
Nedir konu?
Gerçekler, herkesin gördükleri madalyonun sadece bir yüzü.
Asıl konu, toplumsal gerçekliği tüm yönleriyle, öncesi ve sonrası, neden ve sonuç ilişkileri içinde daha doğru kavrayıp noksansız bir yargıya varma sorumluluğudur. Mesele madalyonun her iki yüzünü de aynı anda görebilmedir.
“ Yeni nesil kötü durumda, ama bu kötü miras bizlerden kalma “ diyebiliyor muyuz?
Her birimiz aynalarımıza bakıp kendimizi, ne olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi, hayattaki başarılarımızı, başarısızlıklarımızı, doğru, eğri yönlerimizi, sorumlu, sorumsuz davranışlarımızı, zayıf, güçlü, akılcı, duygusal yanlarımızı, geçip giden kendi gençliğimizi tam olarak görebiliyor muyuz?
Gerçekçi olarak, taraf tutmadan, kayırmadan, egolarımızın esiri olmadan.
Bunu başarabiliyorsak, yeni nesillere, gençlere bakarken, önceki gördüklerimizin çoğu değişecektir.
Gençlere, yeni nesillere yönelen eleştiriler, suçlamalar, benzer şekilde toplumun diğer kesimlerine de yöneliyor. Toplum ve kendi dışımızda olan herkes hakir, cahil, sorumsuz, kişiliksiz bir güruh olarak görülüyor. Empati yapmak, anlamaya çalışmak yerine bize benzemeyen, bizim gibi düşünmeyenler bir çırpıda dışlanıp ayrıştırılıyor.
Unutmayalım; sakin, güneşli güzel günlerde de, amansız fırtınalı günlerde de sığınacağımız en kuytu liman toplumdur.
Bitki toprakta yeşerir, insan ise toplumda.
Öznel, bireyci, ön yargılı bakış dünyayı sis bulutları içinde, üstünkörü kavrama eğilimindedir.
Nesnel, toplumcu bakış ise, tüm çıplaklığı, tüm uzantıları, tüm dinamikleri ile birlikte anlamaya çalışır. Elbette ki yakından bakarak, okuyarak, düşünerek.
Muhakeme etmek, empati yapmak, okumak bakış açımızı değiştirir mi?
Neden olmasın.
Orhan Pamuk; “ Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti “ diye başlıyor, Yeni Hayat romanının ilk cümlesine.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “ Yaban “ romanını ilk okuduğumda topluma, hayata ve insanlara dair düşüncelerimin çoğu eksikliklerini, eğriliklerini, zayıflıklarını, sivriliklerini yeniden masaya yatırıp olabildiğince törpüleme yoluna yönelmiştim.
Herkes dünyaya aynı pencereden bakmak istemeyebilir. Bu, neleri görmek, nasıl yaşamak istediğinize bağlı. Karartılmış bir dünyada sanal bir hayat mı, sis perdelerinin olmadığı aydınlık, gerçek bir hayat mı?
Sözün kısası; hayata nasıl bakmak, nasıl yaşamak istediğinizin tercihi sizin elinizde.

6 Ağustos 2020

MUHALİF

Resmi öğreti dışındaki gerçek, yazılı tarih; efsanelerden oluşan, birbirinden kopuk olaylar yığını değil, biri diğerinin nedeni olan, zincirleme olarak diğerine dönüşen, toplumsal, sınıfsal çıkar çatışmalarının bir izdüşümüdür.
Bugün, “ küresel efendilerin “ egemen olduğu bir dünyada; aşırı zenginlikle aşırı yoksulluk, bitmeyen savaşlarla barış ve huzur arayışları, baskı ve egemenliklere karşı demokrasi ve özgürlük mücadeleleri, doğa katliamlarına karşı çevrecilik, gericilikle çağdaşlık v.b. sürgit çatışma halindedir.
Gelenekçi kültürün kıskacından kurtulmuş, bireysel çıkarlarının esiri olmayan, özgür dünyaya açılan yolcuları bekleyen önemli bir görev var:
“ Evrenin doğal seyrine, insan doğasına aykırı olan her şeye sonuna kadar muhalefet.”
Aksi bir tutum; birer figüran olarak olayların, içinde olmadığımız bir hayatın peşine takılıp sürüklenmek, kayıtsızlık, bencillik, tembellik labirentinin içinde dolanıp çaresizce “ kurtarıcıları “ beklemektir.
Nelere, kimlere karşı muhalifiz?
Hayat ve toplumsal yaşam; sürekli olarak el uzatmamız, omuz vermemiz gereken görevler çıkarıyor karşımıza. Küresel dünya düzeninin kıskacında yaşıyoruz hepimiz. Evrenin, toplumların ve bireylerin geleceği güvenli değil. Doğada ve toplumlarda yaşam her an dört bir yanda yeniden filizlenirken; ihtiraslar, doymayan egolar, savaşlar, hastalıklar, yoksulluk ve açlık, içinde yaşadığımız evreni gittikçe daha fazla tüketiyor.
– Her geçen gün dünya servetinin ( emeğin üretiminin ) daha fazlasını tepedeki sermaye baronlarına aktaran küresel kapitalist sisteme ( emperyalist sömürgeciliğe ),
– Bağımsızlığı olmayan küresel işbirlikçi iktidarlara ve onun sağ, sol görünümlü destekçilerine,
– Tutarsız, ilkesiz, iktidar olmaktan uzak, toplumunu oyalayan, her türlü entrika ve provokasyonlara açık muhalefet partilerine,
– Gerçek halk iktidarının organları, kolları olması gerekirken, çürümüş bir siyasetin uzantılarına dönüşmüş sivil toplum örgütlerine, sendikalara, derneklere,
– Küçük şahsi çıkarları için rant ve talandan payını alma telaşındaki sermaye çevreleri, medya, basın ve yayın organlarının sahiplerine,
– Kalemini ve kariyerini pazara çıkarmış yazar, çizer, aydın geçinenlere,
– Zihinleri işgal edilmiş çıkarcı, gelenekçi, fanatik siyaset yandaşlarına,
– Doğa ve içinde yaşayan diğer canlı katliamlarına,
Muhalifiz.
Muhalif olmak ne demektir?
Demokrasi, muhalefetle gelişir.
Küresel karartmalar, algı operasyonları, soygunlar, işgaller bilinçli muhalefetle durdurulabilir.
Küresel gücün güdümündeki iktidarlar, muhalif görünümlü partiler, dernekler, sendikalar, bilimum NGO’lar tarafından kuşatılmış durumdayız. Muhalefet etmek; bunların hegemonyasından kurtulma umudunu sürekli canlı tutmak demektir.
Muhalif olmak; aksilik, uyumsuzluk, oyun bozanlık değil, tam tersine insanca, onurlu, hümanist bir duruştur.
Körü körüne değil, araştıran, düşünen, sorgulayan, üreten, ilkeli muhalefet esastır. Hedef; bireysel değil, örgütlü, toplumsal muhalefettir.
Muhalif olmak; bir kenarda oturup doğru, yanlış sevkiyatı yapmakla değil, toplumsal yaşamın her alanına katılarak doğruları, yanlışları aramakla olur. Bunun tersi bir tutum; demagojilerle oyalanmak, toplumsal görev ve sorumluluklardan kaçmak demektir.
Muhalefet; yakaladığımız iktidar organlarını elimizin tersiyle itmek de değildir. İktidar oluşumlarını yakaladığımızda, örgütlü, demokratik platformlarda yer aldığımızda sesimizi daha kolay duyurabiliriz.
Ancak; amacımız “ ne pahasına olursa olsun iktidar olmak “ değildir.
Unutmayalım; iktidar olduğumuz noktalarda bile muhalefeti koruma, onlarla sağlıklı diyaloglar kurma, onların sesine kulak verme görevimiz devam ediyor.
8 Haziran 2019

SUYA YAZI YAZILIR MI?

SUYA YAZI YAZILIR MI ?

Amatörce, kendimi eğitmek amacıyla bir şekil verip yazıya dökmeye çalıştığım duygu ve düşüncelerimi sıcak siyasetin çamuruna bulayıp çalakalem bir şeyler karalamak hiç içimden gelmiyor.
Okumak, yazmak büyük ölçüde yerini sanal alemlere bırakmışken, günübirlik eskiyen ucuz polemik yazıları zaten bir ilgi de görmüyor.
Bana, suya yazı yazmak gibi geliyor.
İster günün öne çıkan siyasi gelişmeleri, isterse dünün veya bugünün toplumsal olayları ile ilgili olsun, medyadaki açık oturum programlarını tümüyle tarafsız bir gözle izleyip anlamaya çalışırım. Düşünce dünyama taban tabana zıt fikirlere bile değişik açılardan yaklaşıp, empati yaparak, belki de fazla bir iyimserlikle, benden farklı düşünenlerle ortak noktalar yakalamaya gayret ederim.
Ne var ki; her akşam televizyon ekranlarını işgal eden basiretsiz, ikiyüzlü siyasilerin ve tetikçilerinin tavır ve söylemleri, yazın dünyasının işgalcilerinin ihanete varan, kin ve nefret tohumları eken yazıları çoğumuzu iğrendiriyor, infiale sürüklüyor.
Duygularım ‘yalın kılıç yürü’ dese de aklım bu alandan elden geldiğince ‘uzak dur’ diyor.
Gelenekçi güncel siyaset ve zehir saçan siyaset yazıları; sinsice yaklaşan bir düşman gibi “ algıları şahsi çıkarlara göre yönlendirme “ üzerine kurgulanıp sahnede bir komedi gibi oynanıyor. Bu uğurda para, güç, makam, ince diplomasinin yalanlarla maskelenmiş bin bir çeşidi ve “ ucuza kiralanmış algı operatörleri “ topyekûn seferber ediliyor. Bunların hiç birine sahip olmayan toplum ve bir avuç aydın ise adeta boşlukta çırpınıp duruyor.
Toplumun bireyleri; baştan aşağı suç ve günah bataklığına saplanmış iktidarlıklar uğruna inanç, etnik kimlik, siyasi görüş temelinde bölünüp dağıtılıyor. Gerçekte toplumsal temeli, toplumsal bir karşılığı olmayan, ülkeye, toplumun bireylerine bir yarar sağlamayan gelenekçi siyaset ve bu konuda yazılanlar, her birimizi modası geçmiş, çağını ve ömrünü doldurmuş takımların tarafı haline getiriyor.
Oysa evrensel, toplumsal, bireysel sorunlar yığını karşımızda duruyor.
Görmezden gelebilir miyiz?
Bana ne diyebilir miyiz?
Sağ, sol görünümlü siyaset güdenler veya hiçbir şey gütmeyenler geçmişin yitirilenleri üzerine ağıtlar yakıp övgüler düzmeyi, ya da geçmişi yerden yere vurmayı bir yana bırakıp bugünün sorunlarına çözümler üretebiliyor mu?
Yoksa çözüm ve öneri diye gelişi güzel söylenenler, yazılıp çizilenler bir saman alevi gibi uçup gidiyor, geriye sadece külleri mi kalıyor?
Önemli olan söylenenlerin, yazılıp çizilenlerin bir iz bırakması, toplumda bir karşılık bulması, kök salıp bir çınar ağacı gibi gelecek nesillere miras kalmasıdır.
Parti liderlerinin, popüler olmuş ( kaşarlanmış ) siyasi figürlerin sorumsuz söylem ve davranışlarına, kiralık kalemlerin salt çıkar ve egoları tatmin için yazıp çizdiklerine, sosyal medya fanatiklerinin ucuz, sıradan, ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülen ( güya ) siyasi paylaşımlarına fazlaca angaje olmak bir anlamda boşa zaman harcamak gibi geliyor. Siyasi arena ve popüler yazın dünyası öylesine güvenilirliğini yitirmiş ki, bir şey söyleyen siyasilere de ilgi yok, siyaset ve siyasetçiler üzerine yapılan ön yargılı, içi boş yorum ve değerlendirmelere, yazılıp çizilenlere de. Bu bölgedeki meydanları dolduran medyanın nöbetçi misyonerlerini, sosyal medyanın fanatiklerini aşıp topluma açık ve etkili mesajlar gönderebilmek büyük iş. Doğrularla gerçekler, henüz bir yerlere ulaşmadan kuru ağaç yaprakları gibi savrulup gidiyor. Bataklık, temiz olanı da içine çekip pervasızca kirletiyor.
İnsan; her tarafa yayılan bilgi kirliliği içinde “ bir şeyler yazsan ne olur, yazmasan ne olur “ diye düşünmeden edemiyor. Belki daha farklı bir biçimde, daha anlamlı mucizeler yaratmaya ihtiyaç var. Belki yaratılan kaos ve kör dövüşünün ortasına düşmeden yalanları, iki yüzlülükleri deşifre etmek, ekonomide, siyasette toplum yaşamında su yüzüne çıkmış doğruları, yaşam tecrübelerini, tuzakları, ihanetleri, aymazlıkları, tembellikleri, popülizmi kuş bakışı daha geniş bir açıdan, daha yalın haliyle sergileme çabalarına yönelmektir doğru olan.
Her birimiz ayrı yerlerde, eski model, freni patlamış, son hızla uçuruma doğru sürüklenen araçlara binip kaderini bekleyen, yalnızca olanları seyreden yolcular gibiyiz.
Sıcak siyasetin dar patikalarına sıkışıp kalmış kirli oyunlara da elbette ki birileri bir şeyler söylemeli, bir şeyler kaleme almalı, ama sürgit bireysel olarak girilen kör dövüşleri umutları, hayalleri, iradeleri de köreltiyor. İlkesiz siyaset ve yazın dünyasının ucube ürünleri, bir yanda hayatımızın, iç dünyalarımızın en derinliklerine işleyip öldürücü bir virüs gibi yayılırken her birimizi bir anafora kapılmışçasına içine doğru çekiyor, öte yanda patlayan bir cerahat gibi kirlerini yeryüzüne saçıp kendinden uzaklaştırıyor.
İkilemlerden kurtulamıyoruz.
Çare; bireysel değil örgütlü toplumsal muhalefet olup her zaman, her ortamda, birlikte bir şeyler söylemekten geçiyor kuşkusuz. Şu an için olmasa da suların barajlarda birike birike taşıp sel olması gibi bir gün o da gerçekleşecek.
Suya yazı yazmamalı, boşa vakit harcamadan hayatın ve siyasetin felsefesini öğretmeliyiz birbirimize. Ufukta kara bulutlar yükseliyor. Borç batağındaki bir ülkenin mirasyedileri gibi, lüks ve gösterişli hayatın sarhoşluğu içinde olsak da ayılma vakti gelip geçiyor. Ufukta, yakın gelecekte hepimizi bekleyen ekonomik, siyasi, sosyal bir dizi felaketler zinciri gittikçe bize doğru yaklaşıyor.
Küresel hegemonyanın küçük yer sarsıntılarında dünya ayağa kalkıyor, yanı başımızda yıkıcı depremler olsa da biz derin uykulardayız.
Uyanıp, usulca, usulünce doğrulmanın zamanıdır.
5 Haziran 2020

YENİ HAYAT

YENİ HAYAT
Bilgisayarı, internette gezinmek ve bir şeyler yazmak için yıllardır kullansam da, Korona kâbusu sayesinde mobil bankacılığı ve mobil hayatı yenice keşfettim.
İnternet bankacılığına kaç kez niyetlendiysem her defasında gereksiz bulup vazgeçtim. Var olan alışkanlıklara yenilerinin eklenmesi biraz zahmetli bir iş gibi geldi. İnsanlarla her daim içli dışlı olup bir arada bulunmak yerine, ( zaman zaman kabuğuma çekilip toplumsal ve bireysel iç hesaplaşmalara yönelsem de ) daha sade, birebir, yüz yüze, hiç değilse telefon açarak iletişim hep tercihim oldu.
Korona ile yatıp kalktığımız günlerde, davetsiz bir misafir gibi kapımızı çalan yeni hayat aslında çoktan, daha 21. Yüzyıla girmeden gelip içimize yerleşmişti. Bunun çoğumuz şu birkaç ayda farkına vardık. Belki de bazılarımız “ kaderin bir cilvesi “ diyerek her şeyi olağan görüp, içinde yol almakta olduğumuz yeni hayatın bizleri nerelere doğru sürüklemekte olduğunu tam olarak kavrayamadı.
Yaşadığımız şaşkınlık, ürkeklik, hayal kırıklığı, mutsuzluk bundan olsa gerek.
Bunalımlı küresel sistemin elinde gelişen’ teknoloji ve sanal hayat ‘ birçok kolaylıklar sağlasa da, sosyal hayatın içindeki canlılığı, sıcaklığı, üretkenliği yerle bir edip her birimizi başka gezegenlerden gelmişçesine ruhsuz, duygusuz robotlara dönüştürüyor.
Dijital dünya, yaşamımızı olağanüstü hızlandırıyor. Gitmek, görmek, haberleşmek, çalışmak, alışveriş yapmak, para kazanıp servet biriktirmek, öğrenmek ve paylaşmak artık klavyenin tuşları ile saniyeler içinde gerçekleşiyor.
Alışverişlerimizi, ödemelerimizi, haberleşmelerimizi, sevgilerimizi, duygularımızı sanal dünyaya bırakıp kabuklarımıza çekildikçe, hayata ve insanlara dokunmanın hazzından uzak, yalnız yaşıyoruz. Şu anki nesil henüz bu ikili karmaşık çıkmazları birlikte yaşasa da yeni nesiller sanal dünyaya daha fazla dalıp, gerçek hayattan ve birbirlerinden daha hızlı kopacak.
Ülkelere ve toplumlara dair ideolojik mücadeleler, okuyup, araştırıp tartışmalar, gün başlangıcında merakla beklenen kâğıt baskılı gazeteler, dergiler, sıkça yapılan aile ve arkadaş toplantıları, sinemalar, tiyatrolar, sanatsal arayışlar, yoksulluk ve yoksunluk içinde yapılan ekmek ve gelecek kavgaları, zor şartlarda elde edilen küçük şeylerin verdiği büyük mutluluklar, tatiller, düğünler, bayramlar, masum, utangaç aşklar, bugün için çoğu alaturka gelse de güzeldi.
Yeni, moda olana balıklama atlayıp, eskilerden sıkılıp bir bir geride kalanları hayatımızdan dışlasak da, kaybedilenlerin eksikliğini ve burukluğunu şimdi içimizde hissediyoruz.
Küresel sistemin yarattığı, üretmeden, kolayca daha fazla servet biriktirme aç gözlülüğü, ülkeler, sosyal guruplar ve bireyler arası eşitsizliği her geçen gün daha fazla artırdıkça, toplumsal kavgalar, çatışmalar bitmediği gibi doğa da gittikçe tükeniyor. Geriye kolay elde edilip çabuk tüketilenin mirası olarak doyumsuzluk, mutsuzluk, hoşgörüsüzlük, sevgisizlik, nesli tükenen diğer canlılar ve çölleşen bir dünya kalıyor.
Elbette ki teknolojiye ve dijital bir yaşama körü körüne karşı çıkmak da doğru değil. Ancak sorgulamadan da geçemeyiz: Bilim, teknoloji, dijital alandaki gelişmeler insanların daha iyi; daha mutlu, daha güvenlikli, daha sağlıklı yaşaması için mi, yoksa geniş kitlelerin sefaleti, doğanın katledilmesi pahasına küçük bir azınlığın daha fazla para kazanıp daha çok servet biriktirmesinin, dünyaya daha çok hükmetmesinin bir aracı olarak mı kullanılıyor?
Kim bilir; belki de bu çılgın gidişin, hızlı değişimin yıkıcılığı, Korona kâbusu ile de olsa insanoğluna yaşadığı dünya, birbirleriyle olan ilişkileri ve kendisi ile yüzleşme fırsatı da verir.
Umutlar tükenmez.
15 Mayıs 2020

MASKELİ BALO

İnsan, değişik yüzleriyle maskeli bir baloda dolaşır gibi geçirir ömrünün çoğunu.
Masum, temiz çocukluk yıllarını geride bırakarak çıkılan yolculuklarda kalabalıklara karışıp kaybolurken, eski günlerin, eski yüzlerin soluk izleri de gerilerde, ıssız, kuytu köşelerde, sis bulutlarının ardında yapayalnız kalır. Artık mazi; dar günlerde kaçıp gitmek isteyip de bir türlü adım atamadığımız, ruhumuzu huzura kavuşturmaya çalıştığımız bir sığınaktır yalnızca. Her şeyi bir yana bırakıp geçmişe dönmek istesek de nafile. Çıktığımız, dönüşü olmayan bir yolculuktur.
Her gün karşısına geçip baktığımız aynalardaki simalarda, zamanın kaçınılmaz izlerini keşfetmeye çalışsak da, sonu görünmeyen yolculuğun bizi nereden nereye sürüklediğini, kim olduğumuzu, ne hale geldiğimizi bir türlü anlayamayız. Biz, biz olmaktan çıkıp başka gezegenlerden gelen yaratıklara döndüğümüzü göremeyiz.
İçinde yaşadığımız hayatın sığ, sahte yüzünü gösteren aynalar da buna benzer. Uzaklardan bakıp, gerçeğin yerine sınırları başkaları tarafından çizilmiş bir hayatı görürüz. Sorgulamadan, yargılamadan bir çırpıda kabul eder geçeriz. Çıktığımız yolculuğun her durağında, tam alışacakken “ yenisi “ diye önümüze konulan benzer yol haritasının bizi hangi tuzaklara doğru götürdüğünün bile farkına varamayız. Bize sorulmadan hazırlanmış projeleri, kuralları, ideolojileri, şablonları, reçeteleri bir kenara bırakarak, nedenlerin, sonuçların, gerekçelerin peşine düşüp daha iyi bir dünya, daha aydınlık bir yol arayışı aklımıza bile gelmez çoğumuzun. Bizim dışımızda, önceden belirlenmiş kurallar, gelenekler, değer yargıları, saplantılar, alışkanlıklar, ihtiraslar, egolar, doyumsuzluklar, bitirilemeyen işler, popüler olanı anında yakalama şehveti, gerçek yaşamı görmemizin önünde aşılmaz bir duvar, bir sis perdesi gibi durur. Efendisi olmak yerine bizim olmayan sahte bir hayatın kullarına dönüşürüz. Belki de başkalarının seçerek önümüze koyduğu, birbirimizle yarıştığımız, birbirimizle savaştığımız yalancı bir hayatın günahkârlarına.
Kulluktan çıkıp özgür birey olma, diğerlerine benzemeyip özgün olma, özgün bireyler olup yan yana gelerek daha çok özgürlüğe, refaha kavuşma gibi düşünceler, aşılmaz tepelerin ardında bekleyen hayaller olmaktan öteye gidemez çoğumuzda. Sistem, resmi ideoloji, başkalarının taktığı maskeli yüzlerden kurtulup kendisi olmaya çalışan, kendisini arayan insana düşmandır. Çünkü sistem, bireyin özgün kişiliğini yok edip herkesi birbirine benzer hale getirmek üzerine kuruludur. Sistemin uzantısı haline gelmiş muhalefet yelpazesi içinde savrulanların da durumu, insana bakışı diğerlerinden çok farklı değildir aslında.
İç dünyalarımızın kuytuluklarını, yaşamın derinliklerini yansıtan aynalarda gördüklerimiz ise bambaşkadır. Issız bir kalenin zindanlarına, hiç açılmayan süslü bir hazine sandığına kilitlenen nice gerçeklerle yüz yüze getirir her birimizi. Zindanların kapılarını, hazine sandığının kilitlerini açtığımızda, kendimiz bile şaşırırız gördüklerimize. Oysa gerçek yüzümüz, gerçek kişiliğimiz, yaşamın derin sırları oralarda gizlidir.
Denizin derinliklerinde bir kabuğun içine gizlenmiş bir inci gibi duran gerçekler, bir hazine gibi göz alıcı duruşuna rağmen acıtır, canımızı yakar, zehirli dikenler gibi bir yerlerimize batar her birimizin. Bazen de işkence tezgâhlarına yatırıp kolumuzu, kanadımızı kırar, kızgın bir demirci çubuğunun bedenimize batması gibi dağlar her yanımızı.
İç dünyalarımızın, yaşamın gizli sırlarına ermek; karanlık bir kuyudan çıkıp karşımıza dikilecek dev yaratıklar gibi ürpertir korkutur bizi. Birbirine benzeyen maskeli halimizle kendimizi özgür, güvende hissederiz. Gerçekte ise, özgürlük ve güvence kendimiz olmaktan, kendimizi aramaktan geçer.
Maskeli, sahte yüzlerle doludur her yanımız.
Demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük maskesi taşıyanlar.
Devrimcilik, toplumculuk, milliyetçilik, vatanseverlik maskesi taşıyanlar.
Çağdaşlık, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik maskesi taşıyanlar.
Aydınlık, entelektüellik maskesi taşıyanlar.
Çevrecilik maskesi taşıyanlar.
Dindarlık, muhafazakârlık maskesi taşıyanlar.
Daha niceleri.
Hangi bir sahte yüz insan olmanın yerini tutabilir ki?
Maskeli yüzler, kopya insanlar yaratmak için seferber olmuş bir gelenekçi sistem içinde özgün birey olma savaşı zordur. Sık sık yoruluruz bu kavgalardan. Hastalanıp yataklara düşeriz bazen. Günlük yaşam kavgasından, cephede düşmana karşı girişilen kavgalardan daha öldürücüdür bu kavgalar, ama bir kere savaşa girilirse bu savaş bir ömür boyu sürer.
Maskeli, sahte yüzlerini gördüklerimiz yaşamın derinliklerindeki, içimizdeki hazinelerin ışıldayan yüzüne düşmanca, kin ve öfkeyle bakar. Bir an o derece açıklığı, sadeliği kıskanıp ona gıpta ederken, başka bir an nefretle doldurur tüm benliğini. Onlara yakın durmayı denedikçe öldürme, yok etme duyguları ağır basar. Aykırı, farklı olanı, kendisine benzemeyeni bir yerlere sığdıramaz.
Aykırı, değişik düşünceler, farklı kişiliklerdir hayatı yeşerten, ona can veren. Onlara kulak vermek varken daha filizlenmeden kırıp öldürmek niye?
Gıpta, nefret ve korku ayrılmaz üçlü gibi zaman zaman yer değiştirse de birbirinden hiç kopmaz.
Çoğumuz kanıksarız bu hastalık hallerini, bu histeri nöbetlerini. Onunla yaşamak bir yazgıya dönüşür zamanla. Kimimiz de yaraya neşteri vurup kurtulmak isteriz tüm çelişkili ruh hallerinden. Bazen de yaşamın kendisi dayatır bunu. Hepimizi derinden şöyle bir sarsar.
Tüm dünyayı alt üst eden bir virüs salgını; işlediğimiz tüm günahların kendiliğinden ya da “ Deccal “ ortaya çıktığında bir çırpıda yok olacağını düşünen, gezegenin tüm yaşamını hoyratça tahrip eden insanoğluna bir uyarıdır belki de.
Belki de kapımıza dayanan, kendimizle ve tüm bir hayatla o büyük yüzleşme anıdır. Arınıp sadeleşmedikçe, maskeleri çıkarıp atmadıkça yeniden normale dönmenin başka bir yolu da yoktur.
Yüzleşme; yazgının tutsaklığından kurtulup dikilir yolumuza. Kendimiz olmak isteriz, kendimizin yarattığı bir dünyada yaşamak isteriz. Gıpta, nefret, korku dağılıp bir sevgi yumağına dönüşür. Sevgiliye sarılır gibi, masum bir çocuğun kocaman gözlerindeki ışığı usulca uzanıp yakalar gibi uzanır kollarımız.
Yüzyıllar öncesinden Mevlana’nın seslenişi gelir kulaklarımıza:
“ Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
İnsan; kendi iç dünyasıyla, yaşamın derin sırlarıyla yüzleşmeden, maskeli bir baloda dolaşır gibi sahte bir ömrü tüketebilir mi?
21 Nisan 2020

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

İnsanlık tarihinin bir yüzü savaşların, katliamların, ayaklanmaların, hastalıkların neden olduğu vahşet ve ölümlerin acı gerçekleri, öteki yüzü ise aç gözlülüklerin, iki yüzlülüklerin, hırsların ve ihanetlerin yalanlarıyla doludur.
Tarihte verilen bütün kavgaların nedeni çürümüş saltanatları, tahtları olduğu gibi korumak, sürdürmek olsa da, kaçınılmaz sonuç ve yaşamın değişmeyen gerçeği, sürekli değişimdir.
Her şey bir film şeridi gibi nasıl da hızla gelip geçiyor kısacık hayatımızdan.
Yıllar, mevsimler, olaylar, insanlar, canlılar, cansızlar…
Çoğumuzun geçen yüzyılda başlayan çocukluk, delikanlılık dönemlerinin o masum, temiz, günahsız günleri şimdi çok gerilerde kaldı.
Dünyaya henüz gözlerimizi açtığımız mekânlardaki küçücük mahalleler, köyler, kalabalık, iç içe aileler hafızalarımızda silik birer anı sadece.
Uğruna ölümlere gidip geldiğimiz aşklar, arkadaşlıklar, ideolojilerle kucaklaştığımız delikanlılık günleri de öyle.
Toplumsal yaşamımızın büyük çalkantıları, olaylar, değişimler; iç dünyalarımızın kalelerini, tozpembe hayallerimizi bir bir alıp götürdü. Geriye yıkıntılar, acılar, umutsuzluklar, hayal kırıklıkları kaldı.
Her birimiz bir yerlere savrulduk.
İçine yuvarlanıp şaşkına döndüğümüz her olayın ardından “ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ diye diye dünyanın çehresini, etrafımızı sarıp sarmalayan hayatı yeniden kurguladılar.
Tekrarlanıp duran aynı söylevler; hem yalın gerçeklerin ortaya dökülmesini anlatan, hem de her türlü ikiyüzlülüğün, yalanların, günahların üzerini örten sihirli sözcüklerdi yalnızca.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “, her şey değişecek…
Çok şey değişti de.
Biz değiştik mi?
Ne yöne doğru?
Biz değiştirebildik mi bir şeyleri, özlemini duyduğumuz daha iyi bir dünyaya doğru?
Çabalarımız, kavgalarımız boğulup gitti mi kuytuluklarda?
Yoksa sadece seyrettik mi geçip gidenleri, sisli camın ardından, boş gözlerle?
Ülkeleri kökten sarsan ölümcül salgın hastalıklar, büyük savaşlar, ayaklanmalar, devrimler, darbeler sonrası dünya yeniden ve yeniden değişti, yeni düzenler kuruldu.
Hayretle, korkuyla, şaşkınlıkla izledik.
Devrimler, diktatörlükler yıkıldı bir bir. Yeni yalanlarla günahlar saçıldı her yana.
Her şey çok değişti.
Yazının icadıyla ( M.Ö. 3200’ler ), insanlık ilkel çağlardan çıkıp maceralarla dolu yeni bir dünyaya doğru yol aldı.
Koskoca Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı ( M.S. 476 ), dünya yeniden şekillendi.
İstanbul’un fethi ( 1453 ), dünyayı değiştiren yeni bir çağ başlattı.
Fransız İhtilâli ( 1789 ) Avrupa ile birlikte tüm dünyayı değiştiren yeni bir dönemin kapılarını açtı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ( 1914-1918 ve 1939-1945 ), yıkılan imparatorlukların, geride kalan yüz binlerce ölümlerin, açlık ve sefaletin üzerine yeni sınırlar çizip yeni ülkeler kurdu.
1917 Sovyet Devrimi, birçok ülkeyi sosyalizme götüren devrimlere, iç savaşlara ve yeni siyasal rejimlerin kurulmasına yol açtı.
İşgal edilen topraklardaki Anadolu İhtilâli ile yıkılan 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, 1923’te yeni bir düzen, Cumhuriyet kuruldu.
Geride kalan yüzyılda ayaklanmalar, darbeler, katliamlar, siyasi cinayetler, hapisler, idamlar hiç eksilmedi Anadolu topraklarından.
1989-1990’larda yıkılan sosyalist rejimlerden sonra, dünya yeniden değişimlere, çalkantılara ve kaoslara doğru sürüklendi.
21. yüzyıla girerken, nereden geldiği tam olarak aydınlatılamayan saldırılarla “ İkiz Kuleler “ yıkıldı Amerika’da. 3000 masum insan can verdi çelik gökdelenlerde. Televizyonların karşısına geçip bir film izler gibi izledik yalnızca.
Ardından işgaller geldi. Afganistan, Irak, …
“ Arap Baharı “ yalanıyla Orta Doğu kan gölüne çevrildi.
Dünya çok değişti.
“ Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “ dediler, her seferinde.
Çok yakın geçmişimizde, içimizde “ Ergenekon, Balyoz “ operasyonlarıyla her şey alt üst oldu.
15 Temmuz’u yaşadık hayretle, ürpertiyle.
Çok şey değişti ardı sıra.
Bugün, dünyayı sarsan bir bilinmez virüsle kapandık evlerimize.
Her şey ilkti, her şey yeniydi güya.
Her şey iç içe geçmiş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla yeni bir dünyayı haber verir gibi yeniden.
O meşhur söylem dillerde dolaşıyor yine.
“ Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak “
Her şey, üstü örtülmüş, birbirine karışmış gerçeklerle, yalanlarla dolu.
Her şey gerçek.
Her şey yalan, dolan…
15 Nisan 2020

HAYAT GÜZELDİR ( La Vita ‘e Bella )

Tarihsel olayların, toplumsal gerçeklerin siyasal yüzünü bazen komedi bazen de trajedi olarak anlatan sıradan hikâyeler, masallar vardır.
Bir taraftan çürüyen, yok olan, asırlar süren bir dönemin yıkılışı, öte yandan yeni doğan toplumsal ilişkileri yalın, çıplak bir şekilde anlatan öyküler. Ya da çok hızlı değişen gelenekçi toplumsal yapıları hem güldürecek hem de acı acı düşündürecek tarzda sergileyen edebiyat, sinema ve tiyatro eserleri….
Siyasetin karmaşık, yıkıcı rüzgârlarının edebiyat ve sanat alanlarına değişik biçimlerde yansıması, onu basitleştirip bir nebze yumuşatarak daha insancıl, daha barışçıl bir şekle dönüştürmüştür.
Rus yazar Saltıkov Sçedrin’in, Çarlık Rusya’sında gericiliğin ve despotizmin zirveye tırmandığı dönemde uygulanan sansürü aşmak için yazdığı “ Büyüklere Masallar “ı; kendine özgü anlatımıyla tam bir toplumsal eleştiri niteliğindedir.
Büyüklere Masallar’ı Rusçadan çeviren Mazlum Beyhan şöyle diyor : “ Saltıkov Sçedrin’in masal yazmaya başlamasının nedeni, yalnızca bir edebiyat türü olarak masalı da denemek istemesi değildir. Rusya’da gericiliğin alabildiğine azgınlaştığı o dönemin koşullarında masal, ilerici sanatsal aktivitenin bir aracı olmakta ve Çar sansürünün uygulanmasını zorlaştırmaktaydı. Bunun yanı sıra, masalların hayvanlar dünyasına, söylencelere, halk öykülerine yaslanması, yazara geniş kitlelere ulaşma olanağı sağlamaktaydı.”
Bir başka yönden bakıldığında, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, yıkılmakta, altüst olmakta olan bir toplumun trajedisidir de bu.
Bir dönem sosyalist dünyanın aforoz ettiği İngiliz yazar George Orwel’in Stalin dönemini eleştiren “ Hayvan Çiftliği “; bir başka tarihsel dönemin eleştirisi ve toplumsal trajedisidir. George Orwel’in; zamanında büyük tepkiler alsa da değişen tarihle birlikte eleştirilerinin haklılığı, doğruluğu kanıtlanmıştır. İnsanlığa büyük umut ve hayaller vaat ederek filizlenen sosyalizm; ideolojik olarak olmasa da fiilen, onun özüne aykırı olarak yozlaşan, bireysel tutku ve hırsların elinde zayıflayıp yıkılma gibi bir trajik sondan kurtulamamıştır.
Sçedrin ve Orwel; ne güzel de anlatmışlar, yaşadıkları dönemin toplumsal ilişki ve çelişkilerini, hayvanlar âlemi üzerinden…
Bir başka toplumsal öykü ise, İtalyan yönetmen Roberto Benigni’nin 1997 yılı yapımı bir film. “ Hayat Güzeldir “ ( La Vita ‘e Bella ).
Sisli bir ortamda, “ Bu basit bir hikâye. Ama anlatılması pek de kolay değil.” diye başlar film.
1939 yılında Guido ( Roberto Benigni ), İtalya’daki amcasının yanına çalışmak için gider. Kendisi bir İtalyan Yahudi’sidir. Bir kitapçı dükkânı açmak ister. Dora ( Nicoletta Braschi ) adında Yahudi olmayan aristokrat bir ailenin öğretmenlik yapan kızına âşık olur. Başkasıyla nişanlanacak olan Dora’yı nişan gecesi kaçırır. Evlenirler ve Joshua ( Giorgia Cantarini ) adında bir oğulları olur. Mutlu bir şekilde yaşarlarken, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanların İtalya’yı işgaliyle, Guido oğluyla birlikte bir toplama kampına gönderilir.
Kampta, savaşın ve Almanların acımasızlığından oğlunu kurtarmak isteyen Guido, her şeyin kendisinin planladığı bir oyun olduğunu, eğer oyunu kazanırlarsa gerçek bir tanka sahip olacaklarını anlatır.
Almanların, işgal sonrası kampı terk etmeleriyle birlikte, Jashua babasının kurguladığı oyun sayesinde saklandığı kutudan çıkar ve hayatta kalmayı başarır.
Değişik tarih kesitlerinden iki kitap ve bir film özeti. Komedi ve trajedinin iç içe geçtiği üç öykü.
Amaç, sadece birkaç kitap ve film özeti yapmak değil.
Bugünün toplumsal gerçeğinde, ülkemizde yaşanan çalkantıların komedi mi trajedi mi olduğunu anlamak oldukça güç.Yok etme savaşına dönüşmüş olan bir komedi oynanıyor.İktidar için oynanan bu savaşın kazananı kim olacak ? Bilinmiyor. Toplum ise kolayca, sadece duygularıyla oyuncuların etrafında saflaşmış bu komediyi izliyor. Oynanan komedinin her geçen gün bir trajediye dönüşme olasılığı artıyor.
Siyasetin, hepimizin ibretle izlediği en son sahnelerinden başlayarak bir sonuca gidersek, tepeden tırnağa bir toplumsal yozlaşma, çürüme içinde olduğumuz kesin. Daha iyi bir dünya umudu ise tüm yaşananlara rağmen devam ediyor.
Hayat Güzeldir…
La Vita ‘e Bella…
9 Nisan 2019