Ömrünüzün herhangi bir döneminde, dört bir yana su gibi akıp giden yaşamın tam orta yerinde, insanlardan uzak bir köşeye kendinizi hapsedip etraflıca hayat muhasebesi yaptığınız hiç oldu mu?
Yakınınızda, hemen etrafınızda, uzakta, ufuklarda, hayallerinizde uzanıp da ulaşabildikleriniz ne kadar?
Arzulayıp da ulaşamadıklarınız, ömrünüzü tüketen, hep dışında olduklarınız, hep kenardan seyredip hayıflandıklarınız, yaşamınızı renksiz, sıradan bir tükenmişliğe mahkûm edenler, sizin dışınızda akıp giden ve sizi de sürükleyip götürenler ne kadar?
Bize sunulan; resim çerçevesi gibi sınırları çizilmiş, bir sihirbaz marifetiyle yalana dolana batırılıp gizlenmiş, pembe hayallerle süslenmiş, ama mutluluğunu ve erdemini bir türlü yakalayamadığımız sahte hayatlar bir yanda.
Daha iyisini, daha anlamlısını elde etmek için aklımızı şaşırmadan, her söylenene, her kurgulanana bir çırpıda inanmadan, araştıran ve sorgulayan aklımızla ufukta, uzaklarda gördüğümüz, ancak alın teri, göz nuru dökerek, mücadelesini vererek elde edebileceğimiz gerçek hayatlar diğer yanda.
Nasıl bir hayatı yaşamalı?
“Godot”yu mu beklemeli çaresizlikleri aşmak için, oturup hiçbir şey yapmadan, durmaksızın güneşe doğru mu akmalı?
Kutsal kitaplarda ise Mehdi ( ya da Mesih ) beklenir çaresizlerin kurtarıcısı olarak.
İster yaşamak için meçhul birileri tarafından önümüze konacak olanı bekleyelim, isterse kendi yaratacağımız dünyaya doğru kulaç atalım, bilinmeyenlerle doludur geleceğimiz.
Gabriel Garcia Marquez; anlatmak ve yazmak için yaşamalı felsefesini savunuyor, birçok yazar ve düşünür gibi.
“Aklın kontrolü” ve “Başarı” gibi konular üzerinde uzmanlaşan yazar Mümin Sekman’a göre ise hayat, başarılıp kazanılması gereken bir ‘ kişisel kurtuluş savaşı’dır.
“Kullanım kılavuzunu almadan geliyoruz dünyaya. Nasıl yaşamamız gerektiğini yaşarken öğreniyoruz. Hayallerden yapılma bir hayatı, aynı anda hem ilk hem de son kez yaşıyoruz.
İki dönem halinde geçiyor ömrümüz: Okul hayatı ve hayat okulu. Okul hayatının amacı bizi hayat okuluna hazırlamak, ancak hayat okulunda en çok lazım olan bilgiler okul hayatında öğretilmeyenler. Bu yüzden çoğumuz, hayatın başarı sınavlarında boş kâğıt veriyoruz!” ( HER ŞEY SENİNLE BAŞLAR, Mümin Sekman, ALFA yayınları )
Anlatmak ve yazmak, bu kulvarda koşanların yaşam biçimidir bir bakıma. Hayatı daha derinlerde keşfetmek, farklı renk tonlarını yakalamak hoş bir yaşam serüvenidir. Yazma tutkusu, daha çabuk, daha doğru öğrenme sevinci yaratır.
Başarma sevinci, mutlulukları kalıcı kılar. Başarma azmi, belki insanı diri tutan, umutsuzlukları, karamsarlıkları silip götüren bir yol, ancak kontrol edilemeyen hırslara, tutkulara dönüşmemeli.
Küçük, sıradan şeyler o anki koşullara ve ruh haline göre mutluluk getirir kimi zaman. Kimi zaman da bol para, lüks arabalar, yatlar, yalılar doyumsuz ruhları mutlu etmeye yetmez.
Şairlerin dünyasında ise hayat bir başka türlü dizelere dökülür.
Nazım Hikmet, hayata daha başka bakar,“ Yaşamaya Dair “şiirinde:
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
`Yaşadım` diyebilmen için…
Belki de yaşanılacak en iyi hayat; sınırsız hırslara, ihtiraslara, yığılmış servetlere, gösterişe, popülizme, şişirilmiş egolara, kin ve nefret gibi duygulara kapılmadan mutluluğu yakalamaya çalışmaktır.
Nerede mi?
Dışarıda, çok uzaklarda değil, kendi içimizde.
Kendimizi en iyi yine kendimiz biliriz. Kendimizi göremeyecek kadar körelmemişsek eğer.