Aylık arşivler: Nisan 2022

ELEŞTİRİYE BEŞ KALA

1978 yılının boğucu, sıcak yaz ayları.

Hacettepe Üniversitesi, öğrenci olayları ile içten içe kaynamaktadır.

Faili meçhul öğrenci cinayetlerini araştırmak üzere kurulan Üniversite komisyonu, olayları ve akan kanı durdurmak istiyordu.

Komisyon başkanlığını üstlenen genç akademisyen ölüm tehditleri almaktaydı.

11 Temmuz 1978 Salı günü, saat 08.45’te, Türk Dil Kurumu kurultayına katılmak için Ankara Gaziosmanpaşa, Karagöz sokaktaki evinden İtalyan asıllı eşiyle birlikte çıkan akademisyen mavi renkli Volkswagen arabasına biner. Yolun ilerisinde, kırmızı renkli Simca marka bir araçta üç kişinin ellerinde tabanca ile kendisini beklediğinden habersizdir. Volkswagen hareket edince kırmızı Simca da hareket eder. Kısa süre sonra Volkswagen’in yolu kesilir. Araçtan fırlayan iki kişi çapraz ateş açar, akademisyen olay yerinde can verir, karısı ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır.

Saldırıda ölen akademisyen, Doçent Bedrettin Cömert’tir.

Elimde, yaprakları sararıp solmuş, cildi dağılmış, bazı sayfaları kaybolmuş, AYKO yayınlarından çıkmış, 1981 basımlı bir Bedrettin Cömert kitabı var.

   “ Eleştiriye Beş Kala “

Kamuoyu onu daha çok, teröre kurban gitmiş aydınlardan biri olarak tanıyor.

Başka yayınevlerince daha sonra yeni baskıları da çıkarılmış olan kitap, şair Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından, Bedrettin Cömert’in katledilişinden sonra derlenip yayımlanmış.

İlgi alanıma yenice girdiği halde vefalı davranıp 40 yıldır sakladığım bu değerli hazineyi yenice okuyup bitirdim.

Kitap; hem Bedrettin Cömert’in yaşam öyküsünü, hem de onun edebiyat, sanat, felsefe konularındaki eleştirel görüşlerini içeriyor.

İlk olarak şiirle girip tanışmıştır edebiyat, sanat dünyasıyla Bedrettin Cömert, sonra çeşitli dergilerde bu alandaki gözlem ve eleştiri yazılarına yöneliyor. Ancak onu, bu alanda gezen ve hep “ alaylı “ olarak kalanlardan değil iyi eğitim almış bir “ mektepli “ olarak görüyoruz. Sanat, edebiyat, felsefe dallarında eğitim almış, çok okuyup incelemiş, çok emek harcamış bir akademisyen, bir bilim adamıdır. On yıllık Roma’daki eğitim ve çalışmalarını tamamlayıp özlem duyduğu ülkesine koşup gelmiş bir yurtseverdir aynı zamanda.

Bilimsel düşünceye, toplumculuğa, gerçekçiliğe, dürüstlüğe, yansızlığa, çalışkanlığa, yurt ve insan sevgisinin onlara hizmetle gösterilebileceğine inananlardandı.

Popüler olmaya, çağ dışı kalmaya, sıradan, ucuz eleştiriye, emek harcamadan hasbelkader bir rüzgâr yakalayıp yazarlık etiketi elde etmeye, şair kılığına bürünüp ortalıklarda gezmeye, kıskançlığa, fesatlığa, aceleciliğe hep karşı oldu kısa yaşamında. Kendi yetersizliklerini, acemiliklerini, hatalarını itiraf etmekten de hiç korkmadı.

Belli ki, bu güzellikleri kişiliğinde taşıdığı, toplumsal uyanışın ve aydınlanmanın bir adım daha ileriye götürülmesinin öncülerinden birisi olduğu için katledildi 11 Temmuz 1978 günü.

Bedrettin Cömert, edebiyat dünyasındaki yazar ve şairlerin eserlerini eleştiri süzgecinden geçirirken kuramsal, nesnel bakış açısını her zaman rehber edindi. Bireysel ve toplumsal, bireyci ve toplumcu, biçim ve içerik gibi sanatsal ve edebi konulara diyalektik bir bütünsellik penceresinden bakmaya, kanıtlamaya ve örneklemeye büyük özen gösterdi. Yalnızca kuramsal, nesnel araştırmanın da yeterli olmadığına, öğrenme ve anlama güdüsüne sahip, iddiasız, alçakgönüllü, sevgi ve coşku dolu bir okur olunması gerektiğine inandı.

Seçici kurul adı altındaki “ gelenekçi otorite “ temsilcileri eliyle hak etmeden kazanılan ödüllere ve unvanlara tepkiliydi. Bu durumun yeni nesillere de zarar verdiğini düşünüyordu. Bu alandaki gelenekçiliğe ve gelenekçilerin direnişine karşı yeni nesilleri göreve çağırmayı da ihmal etmedi:

“ Bu durum karşısında, bu yurdun suyunu ve çilesini yansıtan gerçek Türk gençliğinin, sanat ve edebiyata el atması şarttır. Nasıl toplum sorunlarına gözünü açmışsa, toprağının ve bağımsızlığının benliğini kavramaya başlamışsa, öylece, aynı şiddet ve içtenlikle, aynı korkusuzluk ve hoşgörüsüzlükle, sesiyle ve kalemiyle, dengesi ve duyarlığıyla yapmacık düzenleri yıkması zamanı gelmiştir. Şu gerçektir ki, Türk sanat dünyasının dizginlerini bugünlük ellerinde tutanlar, en büyük ve güçlü yayın organlarına sahiptirler. Göz korkutan da budur ilkin. Ama yine gerçektir ki, çoğunluğu, toplumculuk adına en onursuz burjuvanın çengellerine asılı bu organların hesabını, önce karşı organlar, sonra da zamanın amansızlığı görecektir.” ( s. 49 )

Eleştiri hoşgörüsüzlüğünü de şu satırlarla dile getiriyor:

“ Eleştiriye hiç direncimiz yok; hemen yıkılıveriyoruz. Çünkü gücümüze ve bilgimize güvenimiz az. Bilgimiz varsa bile, bu bilgiyi ayakta tutacak, onu işler kılacak olgunluktan yoksunuz çoğu zaman. Ortaya atılan sorunları, enine boyuna düşünüp tartışacak yerde, bu sorunların bizim’le ilgili yönlerine yeniliyoruz. Gündelik insan içimizin doğal zayıflıklarına, anlık atılımlarına öncelik tanıyoruz. Bu ilk tepkileri denetleyip, kişisel ilintilerden mümkün olduğunca sıyırıp, tartışmayı asıl doğrultusunda götürme çabasını gösteremiyoruz. Tutkumuz anlama ve araştırma sabırsızlığı haline dönüşemiyor. Bunun için de, bir yandan kuramsal olarak nesnel eleştiriyi savunuyoruz, ama öte yandan, yine nesnellik adına, kendimize yöneltilen eleştirileri niyetinden saptırma çabası göstermekten çekinmiyoruz. Kişi olarak değerimizin, başkalarınca tamamlandığı koşuluyla ancak, tarihsel süreçte gerçek yerini alacağı doğrusunu bir türlü sindiremiyoruz.” ( s. 196- 197 )

Eleştirinin pratikte nasıl yapılması gerektiği konusunda da net bir görüş sergiliyor Bedrettin Cömert:

“ Emek ürünü bir inceleme, öyle oturup bir polis romanı okur gibi okunup da eleştirilmez. Bir inceleme önce anlaşılır, sonra eleştirilir. Çoğu zaman eleştirmek için anlamak da yetmez. Anladıktan sonra, kişinin o konuda eleştiri yapabilecek bilgisi ve gücü olmak gerekir.”   (s. 210)

Bedrettin Cömert’in edebiyat eleştirisi hakkındaki temel bakış açısını yansıttığımız kitabın önemlice bir kısmında Hasan Hüseyin, Asım Bezirci, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Cahit Külebi, Orhan Veli, Fethi Naci, Mehmet Fuat gibi yazar, şair ve eleştirmenlerin sanat ve eleştiri konusundaki anlayışlarına, örnek eserlerine de yer veriliyor.

Kitabın son sayfasını da bitirip kapağını kapatınca, insan ister istemez “Bedrettin Cömert kısacık bir yaşam yerine bu günlere uzansaydı bu alanda biraz daha geniş bir pencere açılır mıydı? “ diye düşünmeden edemiyor.

İKİ KİTAP,İKİ YAZAR

 

 

Birisi yazar, eleştirmen Fethi Naci, diğeri yazar Nahid Sırrı Örik.

İlki Cumhuriyet’in kuruluşundan yirmi birinci yüzyıl başlarına uzanan bir tarih aralığında yaşamış ( 1927-2008 ), diğeri ise Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet Türkiye’sinin ellili yıllarına kadar tanıklık etmiş (1895-1960 ) iki yazar.

Fethi Naci; yaptığı yazarlık ve yayımcılıktan çok edebiyat, sanat ve siyaset eleştirmenliği ile tanınıyor, edebiyat ve sanat dünyasına, şiir, öykü ve roman türündeki yapıtlara çağdaş, toplumcu bakış açısıyla eleştirel bir ışık tutuyor. Kimi zaman çıkardığı dergilerde, kimi zaman gazete köşelerinde yazdığı makaleler yanında edebiyat dünyası ile ilgili eleştirel kitapları da bulunan Fethi Naci siyasetle de yakından ilgilenmeyi arzu etse de, siyasette hayal kırıklıkları dışında bir şey bulamıyor. Yine de onun yazılarında toplumcu dünya görüşünün izleri eksik olmuyor. Belki de bu yüzden toplumsal çalkantıların, kargaşanın hiç eksik olmadığı ülkemizde, her aydın insanın olması gerektiği gibi muhalif, eleştirel kimliğini hiç bırakmıyor. Daha iyiyi, güzeli arama yolunda yürürken iyi olanı övme, kötü, eksik olanı hakkıyla eleştirme erdemini hep sürdürüyor yaşamı boyunca.

Son dönemlerinde, umutlarını, iyimser düşlerini kaybetmese de birçokları gibi siyasetten uzaklaşıp tümüyle edebiyata yönelerek huzur buluyor.

“ Eleştiride Kırk Yıl “ onun 1994’te basımını gerçekleştirdiği önemli, iz bırakan bir eleştirel makaleler topluluğundan oluşuyor.

Elbette ki ele aldığı konular; öyküler, şiirler, romanlar, öykücüler, şairler, romancılar.

Türkiye’nin özellikle 1980’den bu yana hız kazanan değişim süreci ( ki bu değişimin ileriye, gelişmeye, kalkınmaya değil, geriye, çürümeye, bunalımdan bunalıma sürüklenmeye doğru yol aldığı görülüyor ) edebiyata, sanata da yansıyor. Bu olumsuzluğu Fethi Naci şu cümlelerle anlatıyor:

“ ..edebiyatçı, istediği kadar içinde yaşadığı günlük yaşamla uyuşmazlık halinde olsun, ayrılamaz bu yaşamdan, bu yozlaşmışlığı, bu çürümüşlüğü yaşamak zorundadır.

Ne var ki yozlaşmışlığı, çürümüşlüğü yaşamak başka şeydir, yozlaşmışlığın, çürümüşlüğün bilincine varmak başka şey.( s.75 )

Bu acı gerçeğin nedenlerini daha açık, kısa bir serzenişle anlatmadan da geçemiyor Fethi Naci:

“ 1980’li yıllarda burjuva ideolojisi Türkiye’ye egemen oldu; hem de hiçbir dönemde olmadığı kadar ! ‘ Serbest piyasa ekonomisi ‘, ‘ hür teşebbüs ‘,              ‘ köşeyi dönme ‘ sloganları- sosyalist kesimlerin, sendikaların, meslek örgütlerinin susturulduğu dönemlerde – büyük sermayenin etkisi ve denetimi altındaki yayın organlarıyla, televizyonlarla, dernek ve vakıflarla, holding memuru profesörlerle geniş halk kesimlerine kadar yayıldı, bu kesimlerin bilincinde aşınmalara yol açtı. Bu oluşum karşısında ne yaptı romancılarımız ?

Tek şey : Sustular “ ( s. 76 )

Nahid Sırrı Örik’in “ Sultan Hamid Düşerken “ isimli kitabı ise, Fethi Naci’nin başarılı tarihi roman türüne örnek olarak gösterdiği bir eser.

Nahid Sırrı Örik; İstanbul doğumlu, Galatasaray Lisesi dahil girdiği birçok okulu bitirmeden ayrılmış, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yurt dışına çıkarak Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag gibi şehirlerde uzun yıllar yaşamış bir yazardır. 1928 yılında Türkiye’ye döndükten sonra öykü, roman, oyun, inceleme, gezi notları ve hatıralardan oluşan değerli edebi eserler bırakmış olmasına rağmen o camiada hak ettiği yere ulaşıp yeterince tanınamamıştır.

Herhangi bir yayınevi tercihi yapmadan temin ettiğim kitabın ( Sultan Hamid Düşerken), belki de yayınevinin orijinaline bağlı kalma kaygısıyla değiştirmeden yayımladığı baskısı, Osmanlıca kelime ve cümle kalabalığı içinde bir parça sıkıcı gelse de, dönemini başarılı bir şekilde tasvir etmiş bir eser ağırlığı taşıyor.

Osmanlı’nın parçalanıp yıkılma dönemi, iki Meşrutiyet arası iktidar kavga ve entrikaları, Abdülhamit dönemi saltanat ve diplomasisini yönlendiren olay ve olgular, İttihat ve Terakki baskısı, konaklarda, yalılarda gösteriş ve lüks içinde yaşayan paşalar ve aileleri, Avrupa ve Osmanlı toplumsal yaşamının değişim sancıları, ayaklanmalar, isyanlar, ihanetler ve sürgünler başarılı bir atmosferde veriliyor.

Dönemi ve kitabın yazarını da yine en özlü cümlelerle Fethi Naci anlatıyor:

“ Nahid Sırrı Örik’in tutumu, İkinci Meşrutiyet’ten İttihat ve Terakki’den, Sultan Hamid’den söz açan öteki romancıların tutumlarına hiç mi hiç benzemiyor: İttihat ve Terakki’nin zorbalığına karşı çıkıyordu o romancılar ama hiçbirinin aklından 31 Mart’ı sevimli göstermek ya da Sultan Hamid’i tutmak geçmiyordu; oysa Nahid Sırrı Örik’in gönlü de, kafası da Sultan Hamid’den yana. Ne var ki Balzac’ın kralcı oluşu toplumsal gerçekliği nesnel gelişmesi içinde vermesine nasıl engel olmamışsa Nahid Sırrı’nın Sultan Hamid’den yana olması da toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekliği ile yansıtmasına engel olmamış.”