Aylık arşivler: Mart 2021

EKONOMİDE KÜRESELCİ, SİYASETTE MİLLİYETÇİ DALGALANMALAR

EKONOMİDE KÜRESELCİ, SİYASETTE MİLLİYETÇİ

DALGALANMALAR

 

Modern milliyetçilik düşüncesi, 1789-1799 Fransız Devrimi’nin fikirlerinden doğmuştur. Daha önce, feodal dönemin yönetimleri olan imparatorluklar, derebeylikler altında değişik ırk ve dini inanca sahip, ulus bilinci bulunmayan, kişi hak ve özgürlüklerine tam olarak sahip olmayan, birey değil tebaa olan halk kitleleri yaşıyordu. Halkın, ekonomik ve tarihsel olarak doğup güçlenmiş ve zamanın ilerici gücü haline gelmiş olan burjuvazi önderliğinde ayaklanması ve feodaliteyi yıkmasıdır Fransız Devrimi.

Sonraki dönemde ( 19. Yüzyılın sonlarına doğru ) ekonomik ve tarihsel gelişiminin sonucu olarak ulus devletlerin kurulmasına ve özgür bireyin oluşmasına öncülük eden, kapitalizmin temsilcisi olan burjuvazi, uluslar ötesi yayılmacılığa ve ulus devletlerin yıkılması misyonuna yöneldi. Bu kapitalizmin emperyalizme dönüşümüdür. Artık ulus devletler ve özgür birey, burjuvazinin ekonomik ve siyasi çıkarları önünde bir engel teşkil etmektedir.

Her ne kadar belirli aşamalardan geçse de günümüze kadar süregelen emperyalizmin daha sevimli gösterilme çabalarının bir sonucudur küreselleşme.

Emperyalizm dönemi İtalya ve Almanya’sının, Mussolini ve Hitler öncülüğündeki nasyonal sosyalizm ( kafatası milliyetçiliği ya da faşizm) ise, emperyalizmin yaşadığı dönemsel krizin, içe kapanıp baskıcı rejimler kurarak hak arayışlarını ve kitlesel başkaldırıları bastırıp krizi atlatma çabalarının bir sonucudur.

Kısa, özet bilgi vermemizin amacı; günümüzde siyaset arenasında çeşitli algı oyunlarına, toplumun bireylerinin sürüklendiği kör dövüşüne malzeme teşkil eden küreselcilik, milliyetçilik ya da yerli ve milli konularına değinmemize neden gerek olduğunu anlatmak içindir.

Ekonomide küreselci, siyasette milliyetçi olunabilir mi?

Ekonomi, siyaset ve sosyal hayatı birlikte düşünerek günümüz dünyasına dair sağlıklı bir fikre sahip olabilme zorunluluğu, daha iyi bir dünya hayalinin olmazsa olmazıdır.

Toplumun her ferdinin, eğitim ve emekle eriştiği algılama düzeyi farklı olsa da, bir yanda kişisel gelecek kaygısı güderken diğer yanda birlikte paylaştığı dünyayı korumak, iyileştirmek gibi de toplumsal sorumlulukları var.

Her birinin kendi iç döngüleri olsa da, ekonomiyi siyasetten ve sosyokültürel hayattan ayırma olanağı yok. Hangisini ele alırsanız alın, biri diğerinin nedeni ya da sonucudur. Bu nedenle de, her ekonomik sistem doğal ve kaçınılmaz olarak kendi siyasetini ve sosyal, kültürel yaşam tarzını dayatır.

Neye göre?

Elbette ki genelde mevcut ekonomik ilişkilere, özelde ise üretim, paylaşım ve tüketimdeki güç dengelerine göre.

Teknik analizlerine ve ayrıntılarına girmeden, ortaya çıkmış, netleşmiş sonuçlarına bakarak söylersek; tarihsel bir geçmişe ve evrime sahip olan bugünkü egemen dünya düzeni, sermayenin ve mülkiyetin birikerek merkezileştiği, çoğunluktan azınlık bir zümreye doğru eşitsiz ve adaletsiz bir şekilde aktığı bir paradigmaya dayanıyor. Bunun siyaset ve sosyal hayattaki yansımaları ise; ekonomik ilişkilerle iç içe geçmiş sözde milliyetçilik, insan hakları, özgürlük, barış, doğa ve çevrecilik, kalkınma, vatanseverlik, adalet, doğruluk, dürüstlük gibi içi boşaltılıp slogan haline getirilmiş yalanlar, entrikalar olarak karşımıza çıkıyor.

Küresel bir dünya imparatorluğuna dönüştürülmüş olan bu sistem, tek bir merkezi, tek bir devleti olmaksızın, sistemin içine gizlenip kaybolmuş “ sihirli eller” tarafından yönetiliyor. Kolları ise ulus devletlere, iktidarlara, iktidar ortaklarına ve destekçilerine, toplum katmanlarına, ailelere, bireylere kadar uzanıyor. Böylesine organize olmuş bir sistem, bir güç karşısında ulusların, yönetimlerin, bireylerin ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamları gittikçe daha fazla tehlike altına giriyor. Barış savaş çığlıklarına, adalet adaletsizliklere, refah yoksulluklara ve açlığa, sağlık hastalıklara, özgürlükler baskı ve kısıtlamalara, toplumsal uyum ve hoşgörüler kin ve nefrete dönüşüyor.

İkiyüzlü küresel sermaye ve sahipleriyle onların yerel temsilcileri; varlığını ve geleceğini korumak için, ulusal ve yerel alanda örgütlenip bir cephe oluşturmaya çalışanların sığınağı olan insan hakları, özgürlük ve adalet, ulusal birlik, vatan, bayrak gibi kavramları sonuna kadar istismar edip, içeriğinden soyutlayıp kullanmaktan da geri durmuyor. Bir yanda ulusların talana dönüşmüş ekonomik sömürüsü, diğer yanda yalanlara bulanmış ırk, inanç ve değerler sömürüsü.

Kısacası, ekonominin küreselcileri, siyasette milliyetçilik, naralarıyla iktidarlarını sürdürmeye çalışıyor.

Küresel ahtapotun kolları altındaki iktidarların karşısındaki muhalefet de uyutuluyor, uyuşturuluyor.

Karmaşa haline getirilmiş ve karartılmış gerçeklere ait sorunların çözümü ise aslında çok basit:

Ulusal çıkarların ön planda olduğu, uluslar arası yardımlaşma ve dayanışmaya yönelmiş, nitelikli üretimini geliştirip gelir dağılımında adaleti sağlamış sağlıklı işleyen bir ekonomi.

Ulusal bağımsızlıkçı, barışçı, ırk ve inanç ayrımcılığını dışlayan, toplumu ve bireyleri kucaklayıp kaynaştıran bir siyaset.

Sağlıklı ve uyumlu, yüzlerin güldüğü bir sosyal yaşam.

Geriye doğru dönüp baktığımızda, Cumhuriyet’in ilk yirmi yılında hedefleyip belirli bir yol kat ettiği, ama sonraki dönemde yarım bıraktırılmış, başarılamamış bir vizyon.

Söylemlere değil, tarihsel geçmişe, bilime, akla, sayılara, verilere bakıp dünya ölçeğinde nerelerde olduğumuz gerçeğine odaklanmamız gerekiyor.

    Ekonomide küreselcilikle iç içe geçmiş siyasetteki milliyetçilik, millilik ve yerlilik söylemleri, toplumu ve bireyi hiçe sayan yalanlardan ve illüzyonlardan başka bir şey değildir.