Konu siyaset, toplum ve ülke sorunları olunca hemen herkesin söyleyecek bir şeyleri bulunur. Öyle siyasetle, içinde yaşadığımız toplum sorunlarıyla içli dışlı olduğumuzdan, siyaseti vazgeçilmez, çekici bir uğraş olarak gördüğümüzden filan değil. Bir konuyu temelden ele alıp ayrıntılı olarak inceleyip kavrama, nihai, gerçek sonuca bağlama gibi bir kaygımız yoktur. Bu, her şeye yüzeysel bakıp yine de fikir yürütme alışkanlığımızdan olsa gerek. Siyaseti, oy verme dışında kendiliğinden yürüyen bir faaliyet alanı olarak görür, toplumsal sorunları da genellikle bu işin “ uzmanlarına” havale ederiz. Arkadaş sohbetlerinde bu konular açıldığında yine de iddialı fikirlerimiz vardır.
Konu, doğru ya da yanlış fikir beyan etme sınırlarının ötesine de geçip bazen öznel, acımasızca yapılan “ aydın, yazar, çizer” yargılamalarına kadar uzanır.
Gerekçesi olmayan, yüzeysel, duygusal yargıların talihsiz yanılgılarını hep görürüz de bir türlü özeleştiri erdemine ulaşamayız. Bu, bize ve bizimle aynı ya da daha alt seviyede gelişmişlik ( belki de gelişmemişlik ) düzeyine sahip toplumların bireylerine, “ aydınlarına “ özgü garip bir çelişkidir.
Kendi dışındakileri, toplumu, toplumun değişik kesimlerini hor gören, onlarla bir yere varılamayacağını, cahil, bencil, asalak, kişilik yoksunu olduklarını düşünenlerin sayısı bir hayli çok.
Eleştirel bakma, aksaklıkları, eksiklikleri, farklılıkları algılama, onlarla yüzleşip kötü gidişata işaret etme bir bakıma doğrudur da. Birçoğumuz bunu yaparız, ama neden sonuç ilişkisi ile sonu getirilmeyen, gerekçesiz yargılar hep yanlış anlaşılır, yanılgılara götürür.
İşte edebiyat dünyasından birkaç örnek.
Aziz Nesin, bir tarihte “ Toplumun yüzde altmışı aptal “ demişti. Sonra bu oranı yüzde doksana çıkardı, ama sonu gelmedi, söylenenler boşlukta bırakıldı. Bu söz, gerçekten de toplumun yüzde altmışı aptal olarak algılandı. Toplumu kör karanlıklara hapsedip aptal haline getirenler öne çıkarılsaydı daha farklı bir algı yaratılırdı. Aziz Nesin, bu dünyadan çoktan göçüp gitti, ama bu algı tarihsel bir ‘ miras ‘ olarak kaldı.
Aziz Nesin gibi bir aydın, söylediği sözden dönüp özeleştiri yapma erdemliliğini de göstermedi.
Nazım Hikmet, toplumcu bir aydındır. Çok başarılı bir şairdir. Ama bakın meşhur bir şiirinde ne diyor:
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını,
sürüye katılıverirsin hemen,
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup,
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm,
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer,
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
kabahat senin,
– demeğe de dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”
Ülkesini ve toplumunu seven bir şair olan Nazım Hikmet’in şiirinde oluşturulan algı; halkın cahil, korkak, sürü gibi, tuhaf bir mahlûk olduğudur. Duygusallık ve kızgınlıkla yazıya dökülmüştür, ama sonuç, olumsuz, yanlış algı değişmiyor. Çünkü, sonu bağlanmamış, yarım bırakılmış, gerekçesiz bir serzeniştir yapılan.
Topluma bakışla ilgili belki de en önemli, en gerçekçi yaklaşımlardan biridir,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “ Yaban “ romanı.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’da bir köyde geçer romana konu olaylar. Sakarya Savaşı sonrası, Garp Cephesi Kumandanlığı’nın gönderdiği “ Tetkiki Mezalim Heyeti “ yıkık binaların taş yığınları arasında yırtık, kenarları yanmış el yazılarını bulur. Roman bu el yazmalarından doğar.
İdealist bir İstanbul aydını olan ve savaşta bir bacağını kaybeden Ahmet Celal, emir eri Mehmet Ali’nin daveti ile onun köyüne sığınır. Hayalindeki temiz yürekli, duygulu, candan insanların yaşadığı Anadolu ile gerçekler çok farklıdır. Hayal kırıklıkları ve iç hesaplaşmalarla geçer olaylar.
“ …Şimdi ne görüyorum? Anadolu…Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.
Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, millî timsalin, millî bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malûlü Ahmet Celal yapayalnızım.”
Yakup Kadri; kahramanının ağzından anlattığı, eleştirdiği toplumunun insanlarını, zaman zaman araya girerek, özeleştiri de yaparak, bir düze çıkarıp daha farklı, toplumcu bir algıya yöneliyor.
“ Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinme hakkını kendinde buluyorsun.
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.”
Toplum dediğimiz; evrende kendi halinde seyreden dünyanın kucağında oluşan, o ülkenin başta siyasi iktidarı olmak üzere, siyasi partilerinin, sivil toplum örgütlerinin, aydınlarının ve de tarihinin derin kültürel mirasının şekillendirdiği karmaşık bir yapıdır. Basitçe, kendi kendine oluşmaz.
İçinde yaşamakta olduğumuz dünyaya; doğaya, insanlara ve nesnelere baktığımızda, açgözlü, tembel, saltanat ve ihtiras peşinde koşan “ kötü sanatkârların “ eseri olan, gittikçe de biriken ucubeler yığınını görüyoruz.
Kimi zaman hor gördüğümüz, çoğu zaman eleştirdiğimiz, beğenmediğimiz insanlar, davranışlar, alışkanlıklar, inançlar, tüm olumsuzluklar, yalnızca işaret ederek, yanlış algılar oluşturarak bir çırpıda değişmez. Toplumda, bize göre eğreti olan ne varsa elbette ki eleştirilebilir, ancak eleştiriler sorunların nihai, asıl kaynağı olan, olumsuzluk üreten kişi, gurup, oluşumlarla bütünleştirildiği zaman yerli yerine oturur. Elbette ki bu bütünlük başka zamanlarda, başka yerlerde söylenilenlerle, yazılıp çizilenlerle değil, aynı metin veya söylem içinde, o an oluşturulur.
Bu kötü tabloda, bu enkaz olup birikmiş olumsuzluklarda hangimizin ne kadar payı var?
Düşünme zamanıdır…